Kitaba adını veren öyküyle açılıyor Çınar’ın dünyası. Meseleler yine benzer, yeraltının mahvolmuş insanlarının yanında yerüstünün mahvolmuş insanları var, birbirlerine bakıyorlar, “Biz işçiyiz veya işsiziz, bağımlıyız veya değiliz, üst veya alt sınıftanız ama bu bozuk düzen yüzünden aynı yerdeyiz, yakınlıktan değil,” diyorlar mesela. Derler, anlatıcı da içlerindeymiş, seçtiklerinin hikâyelerini anlatıyormuş gibi bir Ozan Çınar kitabı. Öykülerde son kitaptaki biçimsel arayışları bulamayacağız da klasik anlatımın kalıplarını zorlayan denemelere rastlayacağız. “Yol Hiç Bitmeyecekmiş Gibi” nam öyküde her bir paragraftan sonra tekrarlanan malum cümle sıkıntının bir ömür süreceğini, ne yaşanırsa yaşansın kişinin aynı sancıya döneceğini gösteriyor, çıkış yok. İkinci tekil şahıs, birinin sesi olmak çarkta sesini duyuramayan için iyi tercih. Kendini sınamak için işe girer adam, yol hiç bitmeyecek, tepedeki adam ölür, yerine oğlu gelir, patron değişimi, yol hiç, “Salonun ortasında konuşan kutuya göre brokoli yemezsen çabuk ölüyorsun. Ölümden korkmadan yaşıyorsan bunu senin yerine onlar yapıyor. Sen de küfür ediyorsun. Çocuklar gülüyor. Karın geçmişte terk ettiği bir adamı düşünüyor. Orta boylu, zayıf ve elinin değdiği her şeyi değiştiren bir adam. Birkaç saniyeliğine onunla yatıp geri dönüyor. Gittiği yerde o, döndüğü yerde sen.” (s. 9) Bira üzerine bira, yol. “Dip Ses” gözlemcinin gördükleri ve düşündüklerine çelme takan sesin sürekli araya girdiği, anlatılan şeyi bozduğu, anlatıcıyı akıl sağlığını korumaya zorlayan bir öykü, teknolojiyle ilgili birkaç küçük dert, komşuların gözlemi altında biri düşünüyor veya konuşuyor, huzursuz. İyi bu da. “Evde Kimse Yok” kısacık bir anlatı, adından malum. Açık kalmış televizyondan sesler geliyor, reklam kuşağında seslendirenin bağırışları evi dolduruyor, ne dediğini bitişik sözcükler halinde görüyoruz. Bir saka gözlerini açıyor. Yağmur damlaları camdan içeri, rüzgâr pencereyi güm, gece yarısına doğru bir telefon, biri “sittirici” dünyaya veda ediyor, “Canınız cehenneme,” diyor, çiğ. Sonra telefon bir daha çalıyor, zır zırlar eşliğinde bitiyor öykü. Çöpte duran soyulmuş elma kabuklarının kararması, ortamdaki alkol kokusu, boş bir evde birilerinden kalan nesneler yaşıyorlar basbayağı, nesneleri kişi olarak değerlendirmemek zor. Oluşları yeter, boş evde olan nesneler anlatılarak olurlar. “Ali Harikalar Diyarında”, işte, bir kitaptaki öykülerin neden bir kitapta olmaması gerektiğini gösteriyor. Ali var, harikalar diyarı pek de harika değil, rüyasında görmüş o harika olmayan diyarı. “Şeytanla Üç Dakika” aynı, bu ikisini ve birkaçını daha çıkaralım kitaptan, kalite yükseliyor. Şeytan var, Şeytan’la röportaj yapan adam var, söylemde veya biçimde yeni bir şey yok. Her fikri işlemek, işlesek de ortaya çıkan metni yayımlamak zorunda değiliz. Haldun Taner hiç değiliz, o balkonunda her sabah takır takır yazıp Yalıda Sabah‘ı denkleştirmiş Ferhan Şensoy’a göre, ben yine de bazı metinleri kitabın dışında bıraktığını düşünüyorum. Bazı metinler dışta kalmalı. “Meydandaki Ses” aynı tarifeye uyabilirdi ama biçimi kurtarıyor, Ali’nin harika dünyasının uykudan doğması kadar klişe değil en azından. Anlatıcı banklardan birinde “onu” görüyor, önünden köpekler, göstericiler ve polisler geçiyor ama baktığı nokta sabit. Anlatıcı onun yanına gidiyor, oturup baktığı yöne bakıyor. On dakika sonra perde açılıyor adeta, duyumsanan dünyanın ötesi ortaya çıkıyor, tam bir panayır. Ötenin büyüsünden bahsedilecekse bu tür bir geçiş mutlaka olmalı, sade rüyaya bağlamak dert. Susan Sontag’in Agora’dan çıkan bir romanı vardı, Rüyaların Esiri. Kurguya rüya girdi mi okur öfleyip pöfler diye bir görüş var, çokça doğru ama Sontag upuzun rüyaları anlatıya öyle bir katmış ki o rüyalar olmasa güdük kalacak mevzu, benim gördüğüm en iyi birleşim oydu.
Çınar’ın öykülerinde anlatıcının sesinin genellikle aynı olduğunu bu kitapta da görüyoruz. Anlatıcı geliyor, toplumun dışına itilmiş karakterlerle bir şeyler yaşıyor veya sadece gözlemliyor, sonra başına yıkılıyor dünya bir şekilde, çoğu kurgu aşağı yukarı böyle. “Rüya Sekansı”na bakayım, gecenin üçünde anlatıcı evine dönüyor, Taksim Meydanı. Karşısına birkaç travesti çıkıyor, anlatıcıya kravatı nerden aldığını soruyorlar. İş çıkmayacağını anlıyorlar çünkü erkek erkeğin halinden anlarmış. Eh. Harbiye Orduevi’nin önünden geçerken nöbetteki asker sigara soruyor, anlatıcıda yok, bir koşu gidip alıyor ve askere veriyor bir tane. Sempatik. Pangaltı Satranç Kulübü’nde kumar hızlı, anlatıcı katılmıyor da sayıp döküyor işte, mahallesini anlatıyor. Eve giriyor, uyumadan önce eski sevgilisini düşünüyor, bir kâğıda başka bir öyküde karşılaşacağımız iki sıralı cümle yazıyor. Ertesi gün yaşama, kendisine dair birtakım düşünceler ve son. Belirgin anların öykücüsü Çınar, izlenimleri sayıp döküyor, ötesine bulaşmıyor.
“Üç Serseri Adayı” gerçekten kötü sonuyla fark yaratıyor. Gerçi geri kalanı için olumlu bir şey söylemeye varmıyor dilim. Yirmili yaşlarında üç arkadaş, ikisi bir bara gidiyorlar, biri arıza çıkarınca bir ton sopa yiyorlar. Üçüncüyü arayıp gelmesini istemeseler toparlanamayacaklar. Üçüncü geliyor, bunları uyutup mekana tek başına gidiyor ve sağlam sopa yiyip dönüyor. Sabah ne olduğunu soruyorlar, söylüyor. Sonra pederden kalma dükkânını açıyor, tıraş olmaya gelenlerden biri önceki gece kendisini döven yarmalardan. Şak diye öldürüyor adamı, arkadaşlarını çağırıyor, cesedi birlikte ortadan kaldırmaya çalışıyorlar ama muhtemelen ağırlık bağlamadıkları için ceset yüzeye çıkıyor, su bunların canına okumak için elinden geleni yapıyor. Öldüren hapse giriyor, on yedi yıl sonra çıktığında diğerleri yollarını bulmuş biraz. Ne oluyor, hapisten çıkan bir sabah uyanınca ikisinden birini vuruyor, diğerine o birinin polise çalıştığını, eğer vurmasa ayvayı yiyeceklerini söylüyor. Uç olaylar cezbedici de iyi işlenmediği zaman biçimin yavanlığı konuyu da mahvediyor, olmuyor. “Gerçekler Sokağı Sakinleri” yine hoş bir çaba ama sadece çaba. Birkaç karakter hakkında birkaç kısa bilgi, kadro tamamlanmadan karakterlerin birbirleriyle kurdukları ilişkiler ortaya çıkıyor, mahalle ortamı. Çocuk var kişilerin arasında, konsomatris, travesti, ne aranırsa. Mesela hemen ardından “Beş Durak” geliyor, bu iki öykü nasıl arka arkaya gelmiş diye şaşırabiliriz, izin veriyorum. Metrodaki anlatıcı etrafındakileri anlatıyor, kimi tanıyıp tanımadığını bilmiyoruz. Duraklardan birinde metroya binen güzel kadın, durduğu yerde küfreden adam, birileri, birileri. Metrodan indiği zaman gördüğümüz karakterler arasındaki ilişkiler de açığa çıkıyor, kimlerin neden öyle davrandığını veya şöyle düşündüğünü daha iyi anlamak için öyküyü tekrar okumak gerek. “Tahterevalli öyküler” diye uyduruyorum şimdi, bir öyküde yükseliyoruz ve hemen ardından gelen öyküde iniyoruz, bir ayar yok. “Kulağındaki Adam”, meh. Geçmişe takılı kalmış, unutmaya çalıştığını unutamamış anlatıcının kulağında bir ses, kadınla yaşadığı macerayı anlatıyor. Adama iyilik yapmış aslında, sevişmelerinin özel bir yanı yokmuş, kadın boşluğu doldurmaya çalıştığı için “kolaymış”, “şu insanları deneyerek kendine bir gelecek kurmaya çalışan kaltaklardan biriymiş”, o yüzden iyilik meleği gibi aramış adam. Anlatıcıya daha fazla üzülmemesini söyledikten sonra kapıyor telefonu, adam ne halt yiyeceğini bilmeden düzüşmeyi, yitirdiğini ve başka şeyleri düşünüyor, umutsuz. Son.
“Meleğin Sureti”yle bitireyim, bu iyi bir öykü. Köyün delisi Mehmet aslında köyün meleğidir, imamın da telkiniyle herkes ona iyi davranır ama uçkuruna sahip çıkamaz. Anlatıcının annesine mi, kız kardeşine mi sarkar bilmem, sarkar. Anlatıcı kafayı kırar, Mehmet’in de kafasını kırar bir güzel, melek imgesi gözünün önünden silinir yavaş yavaş. Tamamen olay odaklı, karakterlerin hemen hiç derinleşmediği öykülerden biri ama iyi bir örnek tabii.
Öykülerin yarısı çıkarılsın, kalanlara az bir dokunulsun, şahane bir kitap. Böyle hadsiz hadsiz konuşuyorum çünkü ortaya şahane bir kitap çıkabilirmiş aslında, sinirlendim.
Cevap yaz