“Yatağın Altındaki Ölüler” üç bölümden ölüşüyor, birinin sonuyla diğerinin başını bağlayabilirsiniz, birinde diğerine dair ipuçlarına rastlayabilirsiniz, ölenlere rahmet de okuyabilirsiniz. Vakit Osmanlı, ilk bölümde Bıyıklı Ali’nin evvel zaman içinde sapla saman işinde çalıştığını öğreniriz. Başka bir şey daha öğreniriz, tanıdığım için Onurhan diyeceğim, Onurhan sakız gibi uzatmaz, zamanı gelince bırakır oyunu. Ali’nin uzun tırnaklarının tütünden mi yoksa saman ayıklamaktan mı sarardığını bilmediğimizi söyler, “saman” şalalasını orada bırakır, aynı zamanda masal diyarında geçen bir hikâyenin uzun tırnaklı, Fıredivâri kahramanıyla da tanıştırıverir okuru. “Metnin iktisadı”nı diyeceğim Eco’dan çarparak, dört dörtlük kurmuştur. Neyse, bu adam bir Sırp köyünde bir cesedin mezardan çıkarılıp diri diri yakıldığını görmüştür, muhtemelen öykünün sonunda ceset yanarken arazi olan adamdır bu. Kaçması lazım tabii, o tırnaklarla maişetini temin etmesi zor. Transilvanya yerine Balıkesir’e gitmek zorunda kalması da makul zira Balıkesir dağsız Transilvanya’dır, kıyıları değil de iç bölgeleri. Evet, Ali bir şato inşa etmiş, kapının tokmağı kap kap vurulmuş, gelen kadın beline bir ip bağlayarak Şato’nun labirentlerinden geçip de gelmiş ve kapıya kap kap vurmuş tokmakla, Ali’nin inşa ettiği şatonun tokmağı. Bu uzatmalar da Onurhan’ın bazı oyunlarını andırsın diye, çaktınız mı köfteyi? Bele ip bağlama, labirent, Ariadne. Şatoda çok kedi var, Ali geceleri uyumuyor, Nikola diye birinden bahsediliyor, şu son bölümde mezardan ceset çıkarıp yakan adam. Kadın tutulmuş Ali’ye, çok günahkâr olduğunu anlatmış ama Ali çok sevinmiş tabii, sevinir. Çocukları olurken kadın ölüyor, çocuk kedilerle birlikte büyüyor. Çiğ et yemez, kımızın ne olduğunu bilmezmiş, Oğuz Kağan. On yaşına gelince babasına bir soru sormuş, baba çok önemli bir sır vermiş, o bölüm bitmiş. Sonrakinde Baran ve Mine Hanım’ın üçüncü buluşmaları. Baran iş yerinde elini yüzünü yıkadıktan sonra aynaya bakmıyor, malum. Mesai saatleri sabahın kör karanlığıyla güneş battıktan sonrasıya. O da büyük sırrını açacak Mine Hanım’a, evlenmeleri için şart. Bina harabelerinin arasında bir karavan, kapısında kocaman bir kilit. Tam benzemiyor ama merhaba Mavi Sakal. Üçüncü bölümü biliyoruz, üç parçadan müteşekkil işbu öykü gayet hoş. Mezardan çıkarılan yeniçerilerin yakılması, Vaka-i Hayriye, güneş görmeden çalışmak, dilediğinizce yorumlayın.
“Gitmedim Ama İçinden Geçtim” hızlı geçişleriyle baş döndürmeyen çünkü merkezdeki Kaan’ı anlatının harala gürelesinde takip edebildiğimiz. Hızlı, pencereden akıp geçen manzaralara benzeteceğim ama Kaan’ın ayrı bir sesi de var, o zaman pencereden izlenen bir karnaval olsun bu öykü. Kaan, Kaan’ın iç sesi, araba yolculuğu ve Yağmur, Kaan’ın uzaktan görse dahi heyecandan kusma isteği uyandıran Yağmur’u. Aile bir yandan, Kaan yolculuk sırasında Yağmur’u düşünür, düşündüklerini yazmak ister ama iç sesinin goy goyuyla boğuşur. Radyodan gelen sesler karışır anlatıya, on iki yaşındayken Metin2 hesabını çaldıran küçük Kaan karışır. Yol süresince. “İlçelerden girip ilçelerden çıkıyorsunuz. Aile bireylerin hangi ilçelerin daha büyük olduğunu tartışıyor. Alt geçitlerden geçiyorsunuz. Alt geçitlerin içinde debelenirken ona yazmayı bırakmıyorsun.” (s. 23) Ses anlatıyor, Kaan’a gerçekleri göstermeye çalışıyor, mesela onca gevezeliğine karşın Yağmur’a hiç yazmamış Kaan, “nbr napıon:d” dememiş ki demesin, hiç şansı olmazdı veya şansı hiç olmazdı. Köy evine varış, uyku sonrasında öykünün başındaki hayali bir diyaloğun tekrarı, Yağmur’la Kaan arasında. Çok öznel, olamamış bir şeyin hikâyesi, aileyle yolculuğun ıstırabıyla birlikte. Ailesini ne kadar severse sevsin uzun yolculuğa çıkıp da araçtakilere içinden sövmeyen bir kişi bile.
“Deniz Üstü Köpürür” mistik bir yerlinin ağzından Güney Amerika’nın işgalini anlatır ama nasıl, matrak. Belki buraya bir eleştiri gelebilir, mesela Gaiman da kendi evrenini kendi mizahıyla anlatır ama o evrenden ögelerle dengeler iki ucu, mizahı ve bilgiyle dolu hikâyeyi. Bu öykünün eksiği “Yatağın Altındaki Ölüler”de yok, olabilirdi ama mitolojiden, tarihten somut aktarımlar yapılmış, Somutluktan kastım gerçeklik değil, o dünyaya dair şeyler. Hoca Sâdeddin Efendi diye birinin cevazıyla birlikte mezardan çıkarılıyor ölüler ama aslında ölü olmayanlar, misal. Bu öyküde Quetzalcoatl’ın şöyle bir anıştırılması, yerlilerin yazılı kayıt yerine kullandıkları iplikler veya Kolomb’un Odysseus’a benzetimi yer alsa anlatıcının dili çok parlamazdı belki, ikiliğe yakın arıza ortaya çıkmazdı. Tercih, bunlar yok diye incileri dökülmüyor öykünün. “Balköpüğü gözleri, köpükleri hatırlattı bana. Köpüklerde daima anlam bulmuşumdur. Artakalandır köpük. Sudan, baldan, kandan… Özüdür her neyin köpüğüyse. Bunlar hava cıva, anlamsız laflar olabilirdi ben eğer ben olmasaydım. Ben göremeseydim gözlerde köpükler, bir anlamı olmazdı köpüklerin. Halbuki anlam köpüktedir. Gözler kalbin köpüğüdür.” (s. 43) Bu köpük bahsi efsunlu, biricik dünyanın hoş bir betimi, öykünün sonunda da karşımıza çıkacak. Döngü. Yakın zamanda okuduğum için kıyaslıyorum, Suerdem’in bir öyküsünde de bu teknik var ama sarmalın uçları çok yakın ve Onurhan’ın öyküsündeki derinlik, renk yok orada, haliyle kusurlu. Bu öyküde nedir, Kolomb ve şürekâsı gelirler, Apokalipto‘nun sonunda yerlilerin aval aval baktığı gibi bakar yerliler, sonra münasebet kurulur, mambo jambolu anlatıcımız daha bir münasebet kurar: “Esas adam, Kolomb Efendi, benimle görüşmek istiyormuş. Dedim gelsin. Yok dediler sen gideceksin. Dedim tamam. Gittim, kamarasında beni bekliyordu.” (s. 51) İkilikten bir kastım da bu, Gibi‘nin sezon finallerini anımsatan komik bir bölüm bu, öncesinde çok ciddi bir başlangıç, aynı ciddilikte bir bitiş, denge kayık biraz. Buradan başka bir öyküye kürek çekerim, “Aşkın Radyo Aktivitesi”. Ben güldüm bu öyküde biraz, yönlendirmek gibi olsun. Anlatıcı bitirim bir gencimiz, neyi bitirdiğini bilmiyoruz ama Katya’yı gözleriyle yediğini bilince her şey yerine oturuyor. Katya bir sporcu, spor müsabakaları için takımıyla birlikte gelmiş. Gülle atıyor Katya, soyadı “Vladofşsoski” gibi bir şey. Anlatıcıya göre değişebilir, aynı soyadını paylaşabilirler. Mahalleden arkadaşları da var yanında anlatıcının, her birinin lakabı müstesna, Hamza da müstesna çünkü bir lakabı yok. Çiçek de yok ortada, anlatıcı bir koşu çiçek almaya gidiyor ama ortada çiçekçi yok, İngilizce bilen biri de yok, Katya’yla anlatıcının arasında bir şeylerin olmasını sağlayacak hiçbir şey yok. Anlatıcının tribi şu: “Çiçeklerle konuşmak iyi gelir derler. Ben yolda çiçekle biraz konuşurum ama benim muhabbetim çiçeği açmaz diye de korkmadım değil. Hem şimdi ben Türkçe Türkçe konuşsam sonra Katya’ya versem Katya da kendi dilinde konuşsa kafası karışmaz mı çiçeğin? Kafası karışık bir gül karıştırmaz mı güllelerin rotasını. Gülle atmacacılar gülleleri nerelere atarlar? Kafama atabilir isterse. Ben de Güllü Atmaca oldum bakın.” (s. 90) İlk bölümün adıdır bu aynı zamanda, anlatıcı Güllü Atmaca’dır, ikinci bölüm “Gülle Atmaca”dır çünkü Atmaca hemen yola düşer, kızı gülle atarken izlemek ister. İngilizce bilmeden aylavyu demeye hazırlanmıştır, buradan bir yerlere göndermeyi hemen yakalarsanız madalyanız hazır, Onurhan nerede ne zaman kime ne göndereceğini, kafaya gülle yemeyi. Evet. Mesela işi rast gitmez Atmaca’nın, kendi kendine “oğlum Atmaca yolu yok çekeceksin” der, Demirkubuz da, “Veğaleykümselam Onurhan kardeşş!” diye ünler hemen.
Beni heyecanlandıran yenilik. Sözcüklerin daha önce yan yana gelmediği şekilde bir yan yana geliş, yeni bir ses, edebiyatı yenileyen bir şey. Ah ne kadar ince acılardan bahsetmeyebilir, devlet terörüne boğmaz okurunu, usul usul verir bunları veya vermez, paşa keyfi bilir o şeyin. Yenidir, yeterlidir. Onurhan yeni. Tez okunması…
Cevap yaz