Ömer İzgeç – Fevkalbeşer Sair Bey ve Suskunluğu

Başında umut vadediyor aslında, iyi çalışıldığı için tarihî planı sağlam bir hikâye, üç zaman diliminin sarmal anlatımı. Nereye varacağı öngörüldüğü an sonlanıyor yarattığı heyecan, bir bölümdeki yazarın yazdığı metin başka bir bölümdeki karakterle ilgili, birindeki bilmem ne bir diğerindeki bir şey derken hop, teknik klişelere döndük. Hikâye, eh, sırf gizemin ardındaki hakikate varmaktan ibaret ki hiçbir yere varmamaya denktir zira öyle aman aman bir gizem de kurulmamıştır, ejderha kolyesinin imleyebileceği, inşa edebileceği yüz çeşit dalavere vardır, sıradan bir tarikatın gizini açığa çıkarmaya varınca potansiyelinin çok altında kalıyor. Hasılı bir fikir var ama basit bir fikir, kurguya takla attırınca, benzerlerini düşününce ki efendimiz kıyastır, şiiri şiirle ölçtüğümüz gibi hikâyeyi de hikâyeyle ölçeriz, ilerlemiyor, doğduğu yerde kalıyor, mantık hatalarını da işin içine katınca elde atmosfer kalıyor sadece. Sağlam o, Osmanlı’nın sokak yaşamı, toplumsal çalkantıları, girdisi çıktısı hoş. Bu kadar. “Önce”de ziynet eşyasının ortaya çıkışı: padişahlık tüm kudretiyle hüküm sürüyor, Hazine-i Hümayun’da açılan gediklerin yamanması gayrimüslimlerin ardından halkın sırtında falan, hokkabazlar Frenk memleketlerinden ithal, Saray’ın dışında Murad’ın kanunları ve yasakları var, bir de Aksak Ahmet önüne geleni soyuyor. Uzak Doğu’dan gelme bir kolyeye tutuluyor bir gün, varsıl bir beyefendinin boynundaki kolye ejderha biçiminde. Allah rahmet eylesin, beyefendi öldükten sonra cellât mezadında satılmış kolye, Ahmet malum cellâdın evine girip kolyeyi üfürecekken yakalanıp asılıyor. Ölmeden önce son gördüğü şey hızla yaklaşan kızıl ejder, aynalar ormanı. Her yer kızıl, aynadan yansıyanlar sonsuz hayat. “Şimdi”de Ressam konuşuyor, beyazı sevmeyen ressamın sanatla ilgili birtakım mülahazalarından sonra düşlerine geliyor mevzu, Aynalı Ejderler nam topluluk sayesinde göklerde uçan Ressam kafayı yavaş yavaş kırıyor. “Artık her yerde ejderler ve aynalar vardı. Her yerde ben. Arabaların ve vitrinlerin camlarında, pilav taneleri tükendikçe tabağımda açılan yağlı boşluklarda, çaydanlığın yüzeyinde, aynalarda, televizyon ekranlarının karasında, insanların yüzlerinde hep ben vardım.” (s. 17) Listelemenin sıklıkla kullanılması metin için ideal, hipnotize edici etkiye muhtacız zira ejderdir, Osmanlıdır, tarihî ve mitik ögelerin etkisini artırmalı. Adamımız akıl hastanesine kaldırılıyor, “Sonra”ya geliyoruz, Dedektif Sair yakın gelecekteki distopik dünyada vazifeli, cinayetleri çözüyor, çözemediğini devletin kolluk kuvvetlerine fişekliyor. Adalet cortlayınca devletinkine paralel bir yapı çıkmış ortaya, işlenen suçların cezalandırılması için çalışan bu yapı daha sonra devlete entegre olmuş, Peride Zail’in özellikle arayıp gelmesini istediği Sair bu yapının bünyesinde. Şehir döküntü, tepelerde ateşler yakılıyor her gece, Gölge Çocuklar kıyıdan köşeden fırlayıp takıyorlar bıçağı, çalınacak ne varsa çalıp uzuyorlar, şiddet kol geziyor. Hikâyenin atmosferini oluşturuyor bu distopya, olay örgüsüne doğrudan bir katkısı yok, ilginç bir fikir sadece. Mesele ne, Zail’in yazar eşi öldürülmüş, bir şeylerden şüpheleniyor kadın. Son kitabında Aynalı Ejderler var, geride bıraktığı notlarda da bu tarikat var herhalde, en azından çeşitli ejder motiflerinin yer aldığını biliyoruz. Ejder konuşuyor bu üç bölümün ardından, yazara ne olduğunu anlatıyor. Tabii bu kadar üf aman bir varlığın gayet sıradan bir anlatımla neler olup bittiğini faş etmesi, zümrüdî gözlerinin bilmem nesinden bana nesi.

Cellâdın iki oğlu var, biri imam olacak, diğeri de zanaatkâr, Huri Hanım şefkatli kanatlarıyla saracak ailesini. Rüyasında kellesinin kuyunun dibinden kendisini izlediğini görecek cellât, sarıp sarmaladığı kolyenin başına ne işler açacağından habersiz. Öyle eşyalardan anlayan Ermeni’nin meskeninde uhrevi havalara dalması, sonra pîrlerden biriyle hasbihal ederken aklını terk edip başka bir insana dönüşmesi, en sonunda da malum tarikatın gizli mekânına gidip tefekküre dalması bize İslâm âlemindeki sayısız tarikatın pratiklerini de yükleyecek arada. Bu ejderhanın tayfa Uzak Doğu’da çıkmış ilk olarak, kim bilir oradaki hava neydi, inanç nerelere ermişti, bilmiyoruz da doğrudan Osmanlı versiyonuna dalıyoruz. Yavanlaştığı nokta da burası, dinî hassasiyetleri yüksek yazarların hikâyelerinden farksızlaşıyor: sessizlik içinde ilahın sesini duymaya çalışanlar, duvarlardaki metinleri okuduktan sonra level atlayıp sessizliğe kavuşanlar, bitmeyen bir arayış. Mit geldi, en sıradan anlatıya dayandı kısaca. Kaynaklarda Çin’in ejderhaları var, Peru’daki bilmem ne halkının taptığı varlık, dünyanın dört bir yanında inancın izleri var da cinayet işlenmesinin ardında tam olarak ne var, güç istenci olmayınca tanınırlık artarsa ne gibi tehlikeler doğabilir, kısacası basit düzeydeki bilgilerin ötesinde tahmine açık alanlar var mı, bunları merak ettirecek sırların olmaması bir yana aynaların dünyası dışında olağanüstülüğe de yer yok pek. Wolverîlik Allah’ın çizdiği yola koşulsuz itaat istermiş, Gambitîlik Allah’ın sadece özgür irade verdiğini kabul edermiş, Hurîfilik falan, bilmem neyin bilmem ne önermesine rağmen İslâmiyet’in etkisi altına giren bizim ejderha orta yolcuymuş anlaşıldığı kadarıyla. Gerçi bu ilginç bir mesele ama üzerinde durulmamış çünkü asıl mesele değil, mesela Cthulhu tarikatının bize tezahürü nasıl olurdu, merak ettim. Neyse, cellâdı eski bir yapının devasa bodrumunda kaybettik, orada olağanüstü bir şeyler yaşayıp sırlara, kırklara karıştı, ziyade olsun. “Ben” ile “öteki” arasındaki sınırların kalkmasıyla kötülüğün de ortadan kalkacağına dair bir inançtan bahsediliyor, Borges’e kapalı bir selam. Ressam ne oldu, tımarhanede yanına birini koydular(?) da ejderhaya dair hikâyeleri bir de ondan dinledi kendi çizmiyormuş gibi, sıkılınca adamı katletti. Ulu bir ermişin karşısına çıkmış gibi hissediyor ara ara, bu hissi diğer bölümlerdeki karakterler de hissederler, misal cellâdın konuştuğu son ulu zat ve Sair’in gidip kurcalayacağı Oannes aynı duygulanımlara yol açıyor, Oannes’in bilgisayar olduğunu düşününce hoş numara. Şimdi akıl almaz sahneler geliyor Sair’in bölümünde, birincisi küresel bağlarla hemen her milletin kullanımına sunulan übersüperbilgisayarın güvenliği defalarca delinmiş bir tesiste ne işi var bir, başına dikilen uykucu ve göbekli güvenlik ne mene übersüpergüvenlik iki, bu nasıl übersüper gizli bir örgüt ki Sair’in tesisteki odasının kapısını zorluyor da odaya giremiyor, dalavere çeviriyorsa Sair’in yemi yutacağını nasıl düşünüyor üç. Ha, çatlak ressamın hiçbir güvenlik önlemi alınmadan bir başkasıyla aynı hücreye konması ve hemşirenin mi, güvenliğin mi, sarsaklığı yüzünden embesilce hata yapması ve hikâye için kilit bir nesneyi denetlemeyi unutması dört ama daha gider böyle, hepsini sayamayacağım, sadece “yazdım oldu” fikrinin işe yaramadığını söyleyeceğim. Sair’den devam, esrarengiz bir mektup alan dedektif haritada işaretli yere gidince tarikatın adamlarıyla karşılaşıyor, neler döndüğünü öğrenmek için adamların soktukları aşırı gizemli yerde kalıyor ve bir daha yukarı çıkamayacağını öğreniyor? Bırakmayacaklar, silahını ateşlese bile oradan kurtulması mümkün değil, o zaman Aynalı Oda’da aynalara bakarak diğer bölümlerde zuhur etsin edebiliyorsa. Ressamın çizdiklerinde görünebilir veya görünmeyebilir, cellâdın indiği dehlizleri silme dolduran aynalardan fırlasın, bilmem ne. Birtakım teknik detaylar da hikâyeyi adeta bir heyecan bombasına çeviriyor, zbom diye infilâk ettiriyor atmosferi, hayran kalır insan: “Oda, hep düşündüğünden ço farklı olarak ferah ve aydınlıktı. Odanın iki duvarında, bir köşesine iliştirilmiş bir borunun duvardaki bir deliğe girdiği iki tane büyük kandil vardı. Tutuşturucu yağ bittikçe, bu borulardan kandile sıvı zerk ediliyordu.” (s. 135) O kadar umurumda değil ki dünyayı kurtarmak isteyen tarikattan hemen kurtulmak istedim, kitap bitince derin bir nefes alıp takas yapılacaklar arasına koydum. Küheyli Buharlan diyorum, daha da bir şey demiyorum.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!