1977’de başlayıp 1981’de sonlanan döküm. Akbal’ın yazar dostlarından kitaplar, 2000’e dair umutlar, bir iki kalem çatışkısı, ortaya karışık. “Kişilerde” nam ikinci bölümde portreler çiziyor Akbal, mesela “Sait Faik” yazısından bir bölüm: “Ferit Edgü’nün ‘Bir Gemide’ adlı öykü kitabı 1979 Sait Faik Öykü Armağanını kazandı. Ben de oyumu ona verdim. Başka kitaplar da vardı, ama Edgü’nün kitabı öykü sanatını ‘ciddiye’ alan, yeni atılımlar yapan bir yazarın, küçük yaşından beri öykücülüğü benimsemiş, öykü yazmadan yaşamayı bilmeyen, anlamayan bir insanın yapıtıydı. Ayrıcalığı vardı birçok yönleriyle…” (s. 167) Edgü’nün on sekiz yaşındayken Sait Faik’le tanıştığını, birlikte dolandıklarını yine Akbal’dan öğreniyoruz, yazının gerisi Sait Faik. Proust’u hazmetmek, Gide’i, Stendhal’i okuyarak romana varmaya çalışacağını söylemiş Sait Faik, yaşama yenik düşmüş olsa gerek. Dünyayı bir kez içine çekince romana soluğu yetmemiştir, yetirdikleri de istediği gibi olmamıştır sanıyorum. 1940’ta tek sayı çıkabilen Küllük‘ün soruşturması -bunu bulmak lazım, belki de bulunmuştur da Sait Faik’le ilgili metinlerden birine konmuştur, bilmem- Sait Faik’le ilgili erken dönem değerlendirmeleri içerdiği için mühim. Abidin Nesimi’ye göre Sabahattin Ali’ye yaklaşan kıymetli bir hikâyeci Sait Faik, köy ve şehir psikolojisini aksettiren hikâyecilerimizden üstün. Hasan Tanrıkut ilk hikâyecimizi selamlamış, Ömer Seyfettin’e masalcılığı uygun görerek Sait Faik’i tepeye koymuş. Asaf Hâlet Çelebi’nin yazdıklarını doğrudan alayım: “‘Sait Faik yazdığı şeylerle alâkası yokmuş gibi durur, halbuki bütün yazıları münhasıran kendisini anlatır. O daima rüya gören bir adam gibidir. Bazı muharrirler vardır ki yazılarını sevip okumuşumdur ve geçip gitmişimdir, halbuki Sait Faik’in okuduğum hikâyeleri daima tesirini duyduğum müstesna şeylerdir.‘” (s. 172) Hasan İzzettin Dinamo’nun açıklaması eleştirel, “Maksim Gorki’nin cihanşumul tesirine kapılmış istidatlı bir yığın dünya muharririnden biri” dediği Sait Faik’in hakkını koskoca memleketimizde Sabahattin Ali’yle birlikte ancak iki kişi olduklarını söylemesiyle vermiş Dinamo.
“‘Sait Faik! Şahsıyle üzerimde pek lâkayt bir intiba bırakan bu sanatkâr, sanatı ile ciddi bir tesir yapar. Onda ben daima yapmak istediği sanat ile yaşamaya mecbur olduğu hayat arasında bir taarruz, bir intibaksızlık sezdim… Onun hikâyelerindeki kudrete ve mevzularındaki isabete rağmen halk kütlesine kadar genişlemeyişine daha ne gibi gizli amillerin tesir ettiğini bilmiyorum.‘” (s. 172)
Muhsin Ertuğrul. Kadıköy’e giden bir vapurda beyaz saçlı, yaşlı bir adam oturuyor, yaşı yetmiş seksen. Çantasından kalın bir paket çıkarıyor, yabancı bir ülkeden gönderilmiş. Adam uğraşıp açıyor paketi, beyaz ciltli kalın bir kitap. Dalıp gidiyor, tüm bunları izleyen Oktay Akbal merak ediyor, kalkıp adamın iki üç yanına oturup izlemeye başlıyor. Tiyatro üzerine Almanca bir yapıt, yolculuk bitene kadar okuyor adam, gürültü patırtı umurunda değil. İnerlerken hatırlıyor adamı Akbal, yıllar önce Nadir Nadi’yle birlikte üçü oturmuşlar, söz Lütfi Özkök’ün fotoğraflarından açılınca Özkök’ün şiir yazıp yazmadığını sormuş Ertuğrul, yazdığını öğrenince şaşırmamış çünkü öyle fotoğraflar çeken birinin şiir yazmaması mümkün değilmiş. Buraya kadar eleştirilere dair bir şey bekledim okurken, sonlara doğru buldum: Metin And’a göre kendisini “yarış teknesi”ne benzeten Ertuğrul başka yarışçıları istememiş, tekneyi ve kaptanlığı elli yıl boyunca elinde tutmuş. Başkalarının başka eleştirileri var, dileyen bulabilir, gerçekten koca ülke tek bir yetkili abi çıkarabilmişse eleştirilere kulak vermek gerekiyor. Ertuğrul’un heyheylenmeleri de meşhur, bir yazısından ötürü Ataç’a üç tokat atacağını söylüyor da Ataç yer ve zaman tayin etmesini, tokatları yemeye geleceğini söylüyor Ertuğrul’a. Şöyle objektif bir biyografisi yazılsaydı Ertuğrul’un da görseydik mevzuları, sağdan soldan parça parça edindiğimiz bilgi neler döndüğünü anlamaya yetmiyor. Neyse, başka metinlerinde de anlatıyordu Akbal ama tekrar yazmak istemiş herhalde, Sartre’la 1965’teki tanışmaları kitabın sonunda. Yazarı Türkçeye ilk kez çeviren Akbal, Avrupa Yazarlar Birliği’nin bir etkinliğine katılmış, konuşmasını dinlediği Sartre’la yan yana durduklarını fark etmiş bir ara. “Tepeden bakıyordum ona, ufak tefek bir kişi, korkunç derecede çirkin, şaşı gözleriyle aptal aptal bakıyordu ona buna… Bu muydu Sartre? Bu muydu deminki o dev yazar, o zeki, o güzel yazar?” (s. 221) Matrak, o büyüklüğün yanında küçücük kalmamak için. Laxness oradaymış, Akbal’a ilk kez bir Türk gördüğünü söylemiş sonra, Akbal bir sürü yazara, o yazarlarla küçük küçük anılarına değiniyor kısaca, kişisel edebiyat tarihinin önemli isimleriyle karşılaşmasını anlatıyor.
Akbal’ın köşe yazıları dönemin siyasi gelişmelerinden iz taşımıyor pek, denemeye vardığı söylenebilir. “21. Yüzyıla Doğru” adlı yazıda önce zamanın neliğini tartışıyor Akbal, ardından önceki yıllarda bulunduğu temennilerden bahsediyor: barış, eşitlik, demokrasi. Bir işçi liderinin konuşmasının kaskatı gerçekliğinden etkilenmiş Akbal, elli yıl öncesinin umutlarıyla geleceği o kadar karanlık görmüyor belki de halkın daha fazla sömürüleceğini, işsizliğin ve pahalılığın artacağını, ilericilerle devrimcilerin hapishanelere doldurulacağını kabullenmiş gibi görünüyor, iktidardan somut beklentileri yok. Belki yeri değil diye düşünüyordur, yazıların hangi gazetelerde veya dergilerde yayımlandığına dair hiçbir bilgi verilmediği için kesin bir şey söylemek zor, Akbal’ın çizdiği çerçevelerle yetiniyoruz. “Edebiyatla Uğraşmak” mesela, sanatçıların üzerindeki baskıdan bahseder de güncele dair hiçbir şey söylemez. Abdülhamid’in Mabeyn Başkatibi Süreyya Paşa muhatabının edebiyatla uğraşmayacağına dair bir tezkere yazmasını ister, böylece muhatap eski görevine terfi ettirilerek gönderilecektir. 1886’da Londra’da başkatipken “Zeynep” adlı şiiriyle istibdada karşı çıkmış, Namık Kemal’in kendisine yakıştırdığı miskinliği kabul etmemiş, fırsat düşünce hiddet ve şiddet göstereceğini belirtmiştir. “Zeynep” yüzünden geri çağrılır, İstanbul’a geldikten bir süre sonra ustası Namık Kemal de ölünce tekrar Londra’ya gitmek ister de edebiyatla uğraşmayacağına dair bir şey yazıp çiziktirmelidir işte. Sonunda istediği olur, sevinç gözyaşlarıyla yola çıkar. Akbal önce padişahı kalaylar bir güzel, ardından ünlü sanatçıya dokundurur: “Görülüyor ki edebiyat ve edebiyatçı düşmanlığı, ülkemizde her zaman, modası bir türlü geçmeyen bir tutum, kötü bir alışkanlık! Ne var ki, Abdülhak Hamid’in de bunu kabullenmesi ayrıca düşündürücü ve edebiyatımız açısından üzüntü veren bir olgu…” (s. 21) Sanatçının tasmayı takmaması gerekir ama erdem biçmek de boşadır, sanatçı bedelini ödediğini düşünerek kendinden isteneni yapar, alacağını alır ve önüne bakar. Özgürlükle ilgili başka bir mesele de yazarın muhatabı. Kim için yazılıyor, biri için mi yazılıyor, yazar kendisi için mi yazar, bu meseleyle ilgili bir yazı yazmış Akbal, kendisi için yazdığını söylemiş, sonra Fethi Naci çıkıp toplum için yazmak gerektiğini söylemiş, o yazısını da İnsan Tükenmez‘e almış. Kitabını toptan yadsıyıp yürürlükten kaldırınca fikirleri de ortadan kalkıyor herhalde. Akbal’a göre ilginç bir kitap o, Naci’nin gençlik döneminin ateşli yazıları vardı, şimdi de var. 1982’de Adam Yayınları basmış, malum yazının adı “Düşünmekten Yana”. Naci bu yazıda Akbal’ın sözlerini tamamen bireyciliğe yıkarak sanatın kim için olduğuna dair dandik tartışmayı alevlendiriyor, sanatçının hem kendisi hem de toplum için yazabileceğini kanıtlamaya çalışıyor da Akbal’ın savı doğrudan bu dikotomi üzerine kurulu değil zaten, daha doğrusu “zıt kutuplardan birinin tercihi”yle ilgili değil. Sonuçta kalem çatıştıracak arkadaş bulmak da iyidir, sıkı tartışmışlar.
Akbal’ın tipik yazıları, görüşleri. Hoş.
Cevap yaz