“Bu kitabın ilk hikâyesi olan “Merhametli Kadın”, New York Herald Tribune gazetesinin 1950 yılı Dünya Hikâye Yarışmasının Türkiye birinciliğini kazanmış ve 23 ülkenin diline çevrilerek yayınlanmıştır.
Aynı hikâye Fransa’da Gallimard Yayınevinin Les 56 Meilleures Nouvelles Du Monde isimli antolojisinde yer aldığı gibi, İngiltere’de Odhams Yayınları’ndan 45 hikâyelik ve Hindistan’da The Hindustan Times yayınlarından 29 hikâyelik antolojilere de seçilmiştir.”
Arka kapak. Şurada yarışmayla ilgili bilgiler var, zamanın en toplumcu yazarlarından bazılarını sıralamada görüyoruz, fotoğrafta da görüyoruz birilerini. Aslında diğer ülkelerde dereceye giren öyküleri de görebilseydik hoş bir kıyas çıkabilirdi ortaya, öyküler belli bir konsept dahilinde seçilmemişse. Seçilmiştir. Jüri nasıl belirlenmiştir, şu iş nasıl dönmüştür bilinmez, diğer katılımcılar kimlerdir mesela, politik mevzulardan elenenler olmuş mudur? Sait Faik? Çok su götürür, kalsın. Neçedir: Necdet Ökmen hukuk mezunu, 1970’lerde CHP’den milletvekili seçiliyor, emekli olduktan sonra Somut‘u çıkarıyor. İki öykü kitabı var, az yazmış ne yazık ki. Öyküleri dönemin toplumcu gerçekçi çizgisinde, bunun yanı sıra Orhan Kemal’dense Memduh Şevket Esendal’a daha yakın bir öykücü Ökmen. Ödüllü öyküsü ilk, “Merhametli Kadın” asfalt sokağın iki tarafında sıralanan modern evlerden birindeki kadına odaklanıyor, anlaşıldığı üzere muhit iyi. Tasvirler taşıyor biraz, lüzumsuz uzun, oradan geçen bir beygirin çenesindeki kılların bile donduğunu, karın yağdığını, karın durmadan yağdığını ve durmadan yağan karın ne sıkıntılara yol açtığını şöyle iyicene bir görüyoruz, görmeme gibi bir şansımız yok. Kadın camdan bakar, dışarıda eğleşenlerin o soğukta ne halt ettiklerini anlamaz, soğukla pek bir ilişkisi olmamıştır. Olacaktır, bahçe parmaklıklarının arkasından kendisine bakan çocuğun birtakım işaretler yaptığını görür ve merhamet damarı kabarır, çocuğa yemek vermek ister. Arkadaki kömürleri kırdırır, o sırada çorba ısıtır. Hadi biraz daha iyilik yapsın bari fırsatını bulmuşken, reçel de koyar yanına. Çocuğun göğsü bağrı açıktır, kadın eşinin bir kazağını da verir, üzerine para verir, iyilik yapmaktan kanatları çıkacaktır neredeyse. Çocuk gider, kadın becerdiği işten ötürü kendisini tebrik eder ve çarşıya çıkar, alacaklarını alırken çocuğa denk gelir. Kadını görmemiştir, bir arkadaşıyla konuşmaktadır çocuk, karının bacaklarının süt gibi olduğundan, göğüslerinin üflüğünden bahsetmektedir. Kadın duyduklarına inanamaz, çok utanır ve görünmeden uzaklaşır oradan. Çocuk mu hırttır, kadın mı elittir, göğüs mü üftür, artık ne çıkarsa. Öyküler öyle pekdil veya kurgu zengini değildir, A noktasından B noktasına tek bir çizgi üzerinde koşar, finale dek bir iki duygu yedirir, tamam. “Yağmurlu Gecede” hariç. Bu biraz ilginç, belki de kitaptaki en öyküdür. Anlatıcı odasında yalnızdır, yağmur saatlerdir yağmaktadır, Öktem karakterlerini hava koşullarına uygun biçimde kurmaktadır. Anlatıcı yanında biri olsun ister de yoktur, olsaydı neler konuşacaklarını geçirir aklından, ne ki meçhul kişi uzaklarda bir şeyler işlemektedir, belki tepesinde pırıl pırıl bir güneş vardır, belki bambaşka şeyler olmaktadır orada. Buradaysa yağmur ve sıkıntı, radyo da iç rahatlatmamaktadır, öylesine radyoluk yapmaktadır. Nesneler daha bir belirgindir yalnızlıkta, Öktem ayırt ettirir. İstanbul’da tiyatrolar sanat eylemektedir, birileri şarkılar söylemektedir, oysa Muğla olduğunu öğreneceğimiz burada yapılan pek bir şey yoktur. Doktor olduğunu da öğreneceğimiz anlatıcı vazifesi gereği oradadır, orada olmadığı her yerde yaşam vardır ve her an kaçmakta, uzaklaşmaktadır. Anıları eline alıp birer birer inceler anlatıcı: “Birden içimde çıt diye bir şey kopmuştu. Bilmiyordum ne olduğunu ama yüreğimi delice sızlatan kopuşun farkındaydım. Bütün anılarım yerlere perişan dağılıvermişti. Diz çökerek onları kaldırımdan teker teker toplamak istiyordum. Gelen geçen üzerlerine basıyordu. ‘Durun, basmayın, o, Kız Kulesi’nin önünden geçerken saçlarının yüzüme uçuştuğu andır. Şu, vapurun, makine dairesinde yüzleri gözleri yağa ve kömür tozuna bulanmış terli insanları seyrettiğimiz, öteki, işte ökçenizin altındaki, omzuma dayanıp sebepsiz ağladığı andır, basmayın nolur, basmayın,’ diye bütün sokaktakileri göğüslemek istiyordum.” (s. 28) Adamımız evde delirmemek için sokağa çıkar, en azından açık havada delirecektir, bir şeydir. Ne olur, o bunaltı bir anda dağılır, karanlıkların içinden yiğit, mert bir Muğlalı çıkar ve anlatıcının neden oralarda dolandığını sorar, adamı sorguya çeker resmen. Muğla ağzının en güzel örneklerinden birini sunar, Öktem bir yerde “işlê garışdırıp durûmuş” dedirtir adama, şahane. Meğer mahalleye bir kadın taşınmış, önüne geleni evine alırmış da mahallenin namusundan sorumlu vatandaş gecenin bir vakti ipsiz sapsız gelecek mi diye beklermiş. Anlatıcının doktor olduğunu öğrendikten sonra ne yapıyor peki, kadın ayarlıyor hemen. Memleketimizden insan manzaraları temalı öykülerden biri de “Tespih”, aynı ayarda. Genel müdür masasında oturup genel müdürlük yaparken, yani pek bir şey yapmazken karşısında süklüm püklüm dikilen adamın derdini yarım kulakla dinler, istese sorunu çözer de tespihinin taneleri tam değildir ne yazık ki. Sıkıntıdan tespihi çıkarır, önce otuz iki sayar, sonra otuz üç, sonra tekrar otuz iki. Karşısında konuşmaya çalışan adama saydırır, sonra odacısını çağırıp saydırır, korkudan ve heyecandan sayamayıp otuz üç çektiklerini söylerler. Müdürün canı sıkılır, memurunun defolup gitmesini söyler, anarşistlere tahammülü yoktur. Eve gittiği zaman öğrenir, eşi tespihin ipini koparmış, tanelerden birini çok sonra bulmuştur. Bir boncuk devlet dairelerinde pamuk ipliği demektir, parmaktaki bir nasır kaderimizdir falan. “Çingenenin Ölümü” bir türlü gelmeyen ambulansla ilgisizdir, Şakir Çavuş ölüm döşeğinde yatarken oğlu bir koşu ambulans getirmeye gitmiştir ama nereden baksak 7 kilometre uzaktadır hastane, bakmayız. Ağıtlar yakılmakta, feryatlar kopmaktadır, Çingeneler üzülmekten başka bir şey yapamazlar da kasabalılar öyle taş gibi dururlar, olan biteni kimse umursamaz. Adam en sonunda can verir, anlatıcı bir hışımla girdiği kahvehanedekileri kalaylar bir güzel, insanlığı öldürdüklerini söyler. Her şey olup bittikten sonra Şakir Çavuş’un oğlunun ayak seslerini duyar. “Mendil” gözlemciyle kurulmuş başka bir öyküdür, Akif Efendi’nin dükkânına giden anlatıcı iki lafın belini incitmek ister, Akif’i anlatır azıcık. Şen bir adam, muhabbeti hoş, yardımsever. Keyfi yerindedir o gün, espri üzerine espri patlatmaktadır, sonra dükkâna bir köylü gelir. Akif bir iki yoklar, adamın gülmediğini görünce bir terslik olup olmadığını sorar. Köylü ağlamaya başlar o sıra, Akif’le anlatıcı şaşırırlar zira köylü ağlamaz, erkek adam hiç ağlamaz, tuhaf durumdur. Köylü sakinleşince eşinin veremden hastanede yattığını, yataksızlıktan bir hafta sonra eve gönderileceğini anlatır. Altı çocuk, bir eş, bir de kendi, üstelik ölecektir kadın, kurtuluşu yoktur. Mendili seçer köylü, parayı bırakıp çıkar. Akif koşturup parayı iade etmediğine pişmandır. Dümdüz öyküler işte, ne demeli.
“Köpeğin Biri” sembolik, sınıf ayrımını merkeze alan bir öykü. Haldun Taner bu öyküyü okumuş mudur, okumuşsa “Sancho’nun Sabah Yürüyüşü”nü yazarken aklına getirmiş midir, merak ettim. Mahallenin zenginlerinden birinin köpeği sahibi gibi halkı soyanlara saldırmamakta, işçi ve yoksullara dişlerini geçirmektedir. Anlatıcıya da havlamaz işin kötüsü, anlatıcı adı kötüye çıkmasın diye köpeğin kıçına bir tane patlatır, hayvanın bacağını kırar. Köpeğin sahibi normalde kıyameti koparır da anlatıcıyı görünce sesi çıkmaz, özür üzerine özür diler. İt iti korur, anlatıcı kendini köpek olarak görür ve özür dileyen kadının aynı meşrepten olduklarını düşünmesiyle yıkılır adeta.
Dönemine göre iyi öyküler, sahafta denk gelinirse yenir.
Cevap yaz