1957 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan Değişik Gözle‘de dokuz öykü var, Cumalı’nın ikinci öykü kitabı. İlk şiirlerinde çocukluğa, geçen zamanla birlikte belleğin kurgusundan kurtulmaya çalışan saf anılara yer veriyor Cumalı, bu kitapla birlikte formu değiştiriyor ama içeriğe pek dokunmuyor. “Değişik gözle” incelediği yaşamlar Ay Büyürken Uyuyamam‘daki kıskaçlardan, toplumsal sorunlardan uzak, dertleri başka, sanki hatırlamanın ve yalınlığın figürleri. Var oldukları kesitten çıkarılıp öyküye alınmışlar, hayatlarını sayfalarda yaşamaya devam ediyorlar, öylesi doğal. Oktay Akbal’ı okuyorum yine, Sait Faik’le ilgili hoş bir anısı Cumalı’nın öyküsünün özeti sayılabilir: İlhan Berk, Sait Faik ve Oktay Akbal gezerlerken bir kahveye otururlar, Sait Faik kahvenin hikâyesini o an yazmasını ister Akbal’dan, Akbal kahveye şöyle bir bakar. Duvarda resimler, sandalyeler ters çevrilmiş belki, bir de adam oturuyor ama dikkat çekici bir yanı yok. Duvardaki resimlerden bahseden Akbal’ı dinliyor Sait Faik, sonra kurgunun yanlış olduğunu belirtiyor, önce insandan başlamalı. Kendi halinde bir adamın hikâyesi duvarlardaki resimlerden, duvarlardan, kahvehaneden önce gelir, adamın etrafına kurmalı diğerlerini. Cumalı’nın öykülerinde insan her zaman ön planda, mekanlar sonradan geliyor ki insanın gördüğü olabilsin, yani yazarın sesi insanın sesiyle birleşsin önce. Anlatıcının kendisine pek az iş kalıyor böylece, karakterlerin yaşamlarını aktarmaktan başka bir şey yapmasa bile öykü orada, çoktan oluştu. “Değişik Gözle Bakınca” ve “Gene Yenik Düşsem De” karakterlerin devinimlerinin gösterdiği mekanları, olayları, gerilimleri ile diğer yedi öyküden ayrılır, kadınla erkeğin inişli çıkışlı ilişkilerine odaklanır. İlkinde iki kadın bardadır, Sevim ve Lâle sigara içerler, müzik dinlerler, sözcükleri seçerek konuşurlar adeta. Lâle sürekli saate bakar, kapıyı gözler, Günay’ı beklemektedir. Telefon gelir o sıra, Lâle heyecanlanır, Günay’la konuşup bir süre daha beklemesi gerekeceğini öğrenir. Sevim’i çatlatacak kadar ilgisiz görünür, Günay’ı beklemediğini hissettirmeye çalışır aslında. Günay’ı beklemektedir. Neden tersini hissettirmeye çalışır, çünkü öyle. Erkek geldiği zaman onun kölesi olmayacağını göstermek ister belki, gururu yüzünden soğuktur, belki de sadece oyundur yaptıkları. Aydın’dan gelen toprak ağalarının oğullarıyla eğlenmeye başladıkları zaman Sevim uyarır, Günay geldiği zaman ortamı beğenmeyecektir ama Lâle umursamaz, deli eğlenir. Günay geldiği zaman Lâle’yi üst katta adamlarla eğlenirken görür, barmenle takılırken yukarı bakıp selam verir. Öfke, şaşkınlık, hiçbir şey yok yüzünde. Barmenle muhabbet eder, Lâle’yle ilişkisinin olduğunu bilen barmen üzülmemesini söyler de Günay’ın içinde bir şeyler bitmiştir zaten, Lâle aşağı inip özür dilediği zaman oralı olmaz, sevgisinin tükendiğini söyleyip gider. Lâle adamların yanına döner, o gece hiç gülmeyecektir. Nedir bu öykünün olayı, Cumalı tansiyon değişimlerini çizgiden çıkarmaz, örneğin dramatikleştirmez, zamanı kullanma biçimi öykünün başından sonuna dek aynı kalır, mesela karakterlerin çatıştığı son bölümde anlatının hızı değişmemiştir, çatışma çözümlenmez, karakterler çözümlenmez, öykünün hiçbir yerinde, hiçbir açıdan yoğunluk farkı görülmez. Kadınla adamın konuşmaları olağan ve sıradandır, bu sıradanlık karakterlerin davranışlarında çoktan karşılaştığımız nüveleriyle kendini göstermiştir de belki olağandışı bir eyleme denk gelmeyi umarız. Öyküler “buluş” denen nanelerle kurulmak zorunda olmadığına göre alışkanlığımız bu yöndeyse daha fazla öykü okuyup bundan kurtulmak lazımdır, Cumalı’nın öykülerini okursak basitliğin güzelliğini görüp etkileniriz, bu işin böyle de yapılabileceğini görürüz. İkinci öyküde mesela, kadınla adam mekanda tanışırlar, kadın adamdan sadece aşktan bahsetmesini ister. Beğenmiştir adamı, dişlerinin güzelliğini söyler ama başkaları da söylemiştir, adam başkalarının söylediğini hatırlayıp yeniyle eski kadını tek görüntüde birleştirir. Hüzünlü şey, bir beni kaç kişi öper de hatırlanır, bir sözü kaç kişi söyler de hatırlanmaz, izin nerede ve ne zamana kadar kalacağını kim bilmiş. Adam ayrıştıramamış henüz, yarası yeni ama birlikte eve gitmeye razı. Sobaya kömürü çoktan atmış, dinlenecek şarkılar var, bir iki de itirafı. O zamana kadar sevdiği kadınlar tarafından pek sevilmemiş, verilen umutlardan sonra terk edilmiş ama yenik düştükçe denemiş, yeniden âşık olmuş, her biri yeniymiş de tekrar yenilmeyeceğini düşündürmüş adama. Yakışıklı, kendine güveniyor, yaşama kapılacak gücü var hâlâ. Yetmiş yıl öncesinin flörtü, ilişkiye başlama evresi, olabildiğince yakından ve tertemiz. O zamanların müzik dinleme mevzusu şimdinin film izlemesine denk düşüyor herhalde, eve davet edilen gelip oturuyor, ev sahibi pikaba bir plak takıyor, bir yüz bitince hemen diğer yüzü dinliyorlar ve başka plak geliyor sonra, arada sohbet, yakınlaşma, ne olacaksa artık. Güzel meşgale.
“Aklım Arkada Kalacak”la birlikte Cumalı’nın en temel izleklerinden biri öne çıkar, nostaljinin ağırlığını hissederiz. Sokak, evler yerindedir, anlatıcının ebeveyni yaş almışsa da çok değişmemiştir, ama diğer insanlar, anlatıcının anılarını oluşturanların çoğu silinip gitmiştir. Anlatıcı onların hikâyelerini anlatmadan önce kendi evini sabitler, sokağın alt başındaki evi kerteriz noktası olarak belirler. Penceresi bir baştan bir başa bütün sokağı görmektedir, çocukluğundan kalan en berrak görüntüye yerleştirdiği insanlar yavaş yavaş ortaya çıkarlar. Boşnak Nuri’nin eşi kıpır kıpır bir kadın, rençberlik yapan Nuri tarlada kırda dolanırken Hakkı’yı eve alır. Çocuğu Nuri’den çok Hakkı’ya benzemektedir, mahallede dedikodu çıksa da kadın İzmir’e kaçana kadar kimse caz yapmaz. Şöyle bir örnek bu öyküden: “Nuri’nin karısını iyice gözümün önüne getireyim diyorum ama, olmuyor. Pek az şey geliyor kadından aklıma. Eve girip çıkarken şöyle gözlerinin içi ışıl ışıl, kapılarının arasından görünürdü. Yüzü gülerdi hep. Çocuklarını sabahtan sokağa salardı gitsin. Bazan da şarkı söylediğini duyardım. Hepsi o kadar…” (s. 42) İlginç adamdır Nuri, çocukluktan çıkar çıkmaz eline mavzeri alıp cepheden cepheye koşmuş, Sırbistan’da dağa çıkan Müslüman kardeşlerini kalbinde taşıyarak savaşmıştır, anlatıcıyı görüp savaşları sorduğunda havadis bekler de yoktur savaş o sıra, Nuri savaşın olmadığına inanmaz. İlla birileri dövüşür, birileri vurulur, dünya savaşsız duramaz. Yan eve geçiyor anlatıcı, Nuri’yle işi bitti. Hakkı elektrik fabrikasının makinisti, uzunca bir süre bekâr yaşadıktan sonra Muallâ’yla evleniyor, güzel. Muallâ kadınlarla oturup sohbete daldığı zaman bütün mahallenin ışıkları bir iki üç kez gidip geliyor, kadınlar gülüyorlar, Hakkı eşini eve çağırıyor. Bir aşağıdaki evde Melâhat yaşıyor, anlatıcının tutulduğu on sekizlik kız. Yüzbaşı Hayri’ye tutulduğunu kitap alış verişinden anlıyor anlatıcı, kibar adamla genç kız arasındaki cızt bıztı biliyor ama âşık, ikisini bir arada görünce canı yansa da hep orada olmak istiyor. Hayri’nin verdiği asker düdüğüyle tava gelmekten utanmıyor, o başka, çocuk çünkü. Vazife icabı şehirden ayrılan sevdiğinin ardından ağlamıştır Melâhat, üzülmüştür, kim bilir neler olmuştur da anlatıcının aklı Hatice’ye kayıyor o sıra, bahçesinden soğan moğan kopardığı kadına. Para istemez, komşunun komşuya o kadar iyiliği dokunsundur ama anlatıcının annesi razı gelmez, her seferinde para gönderir ve Hatice’nin bahçesinden alır istediğini. Mahalleli iç içedir yani, herkes herkesi bilir, belki de okumak için gittiği büyük şehirde bulamadığı o sıcaklığı arar anlatıcı, o sıcaklığı bulmak için yazmaya başlar. “Aşağı yukarı bizim sokağın insanlarından benim bütün bildiğim bu kadar. Hikâye mi arıyorsun dünyada? Al, işte! Burnunun dibinde. Şu sokağın içinden gözüne ilk ilişen şeyi seç. Yeter ki gönlünde, o evin insanlarını tanımak isteyecek merakın olsun! Ne işin var uzaklarda?” (s. 51)
Basit, iyi öyküler. Cumalı gençliğinde de parlak.
Cevap yaz