Lirizme boğmadığı öyküleri iyi Karabıyıkoğlu’nun, “Mayalı Düşler”e bakalım: Demir babasının yanına, Sirkeci Garı’na gelmeden önce renkleri mırıldanır, morla sarı. İstasyonun girişindeki yazıyı görüp gülümser, “Biri Bizi Durdursun!” Biri annesini anımsatan renkler, diğeri dahil olduğu grafiti çetesinin sloganı, bilgiyi önden yükleyip boşluk doldurmaca, doluyu anlamlandırmaca. İstasyon şefi olan babası üniformasını jilet gibi ütülüyor, eşinin terk ettiği anlaşılmasın diye, bunlar Demir için öfke, üzüntü kaynağı. Babanın kaşları aşırı gür, zaten karanlık olan gözleri daha da kararıyor dönüp oğluna baktığında, iki derin çukur. Müşfik bir baba oysa, oğlunun çıkışmalarına sessizlikle mukabele ediyor, bu durumda çukurlar, kara gözler imledikleriyle birlikte çöpe, Gargamel değil adam. Devlet memuru olmak istemiyor, ressam olmak istiyor Demir, on üç yaşındayken annesiyle birlikte hoca hoca gezmişler konservatuvar sınavları için. Büyük yetenek, herkes sırtını sıvazlıyormuş çocuğun, memuriyet nereden çıktı? Babanın lokomotifler için ayrılan kömürlerden düşürdüğü siyah renkten mi anlamamız gerekiyor baskıyı, annenin oğlu için istediğini sarıdan, mordan mı çıkarmalıyız bilmiyorum, atışlar bu kadar uzağa yapılınca iki öge arasındaki bağlamdan bahsetmek de zorlaşıyor. Devlet memurluğu sınavlarına yine girecek Demir, matematikten kalmaması için çalışması lazım, babası tembihliyor. Derdi başka ama, o gün Almanya’ya gidecek bir tren var, vagonları boyarlarsa Almanya’daki sanatçılara Türkiye’de ne süper işler yapıldığını gösterebilirler. Bunu dipnotla belirtmek iyi bir tercih değil, metne sığıştırılabilirdi, tasarruf başka ama. Bir de sanmıyorum şöyle olduğunu ya: “Demir, Amerikan ağzıyla konuşmayı sevmiyor aslında; fakat Sarı Yumruk Çetesi içinde böyle konuşuluyor, dile getirilmemiş bir kural bu. Demir de kıvırabildiği kadar uyum sağlıyor bu kurala.” (s. 96) İki sorun var, böyle saçma sapan kurallara sahip bir tayfa? Sarı Yumruk Çetesi? Kral olmak? Meh. İmgelerle dolu dilden malumat verme diline geçiş, en büyük sıkıntı bu, poz o zaman bunun ötesi berisi. Homojenlik veya keskin, belirgin heterojenlik, yoksa böyle amorf bir şey çıkıyor ortaya. İşte, baba nöbette o gün, Sarı Yumruk Çetesi şimşek gibi giriyor vagonların arasına fıst fıst sıkmaya başlıyorlar. Tek satır, tek cümle, temponun arttığını anlayın bu kısa bölüm boyunca. Amirin yardımcısı gelip ortalığı yangına verdiğinde koşuyorlar birlikte, sağdan soldan kuşattıkları alana baskın yapıyorlar. Karanlıkta hırgür çıkıyor, kapüşonlu çocuk yardımcının gözüne fıst diye boşaltıyor boyayı, amir sinirlerini kontrol edemeyip çat çut girişmeye başlıyor. Tam o sıra ne oluyor, aksiyon zort diye kesiliyor da edebiyat atağı geçirmeye başlıyor anlatıcı, tam yerinde. “Koca, koskoca bir yük treni, her vagonu dolu, tek bir sineğin dahi uçamayacağı bir doluluk bu. Yolu var önünde gidilecek, kilometrelerce, günlerce, aylarca, senelerce. Arada durup dinleneceği istasyonları var, durup nefesini bir anlığına koyvereceği ama gidiş vakti için her an gözünün saatte olacağı. Yolunda, doludizgin, bağıra bağıra, yorgun bir at gibi terleyerek giderken, ‘yavaşla’ diyecek bir ses, orada tekerleklerinin altındaki raylarda. Yavaşla, bak ileride makas var. Makası yanlış yöne çekersen, sen, koskoca tren yanlış yöne gidersin!” (s. 101) Çok güzel. Bağlandığı nokta amirin makası yanlış yöne çekip gencin kafasına vurmaya başlaması. Şiirle şuurla TCDD’nin kuruluşuna da gidebilirdik, o kadar geriye göndermediği için anlatıcıya teşekkür ederiz. Neyse, acı son, Demir’in tamamlamayı başardığı resim, yazdığı yazı, eh, dramatik etki yaratmak için klasik yol. Ayarlayamayınca ayarlayamıyor mesafeyi Karabıyıkoğlu, lirik anlatının uçlarında gezinmeye çıktığı çok da olay ağırlık kazanınca bam diye düşürüyor dünyaya okuru, gerçeklik yanılsamasını ortadan kaldırıyor. Son öykü “Çöl Seni De Yutacak” mesela, ada manzarası, sahilde kuma gölgesini uzatıp çeken, kumdan kalelerin kalıntılarından zamanı çıkaran karakterin düş dünyası. “Kendini acıtma hevesi sönmüş. Seviyelere ayırdığı aşırı uçlarını, en ağırından en hafifine içinde sıralamış. En ağırlara bulaşmadan, genelde gülümsemeye çalışmış. Ölme isteği yerini zararsız kaçışlara bırakmış. Yalnızlık tutkusu içine yapışmış. Dili ağdalanmış, dönmüyor.” (s. 106) Dönmüyor gerçekten. Kitaplar, sigaralar, bir yaşamın renkleri. Sonra ne, adamın biri geliyor sahile, cup denize. Dirseklerden aşağısı yok, adamın oturduğu yerde “petrol sızdırdığını” görmek henüz o eksikliği tamamlamıyor, önceki öykü özelinde verdiğim örnekte olduğu gibi sonradan oturacak, martıların ölmeye başlaması dahi. Irak Savaşı’ymış olay meğerse, petrol sahalarına konuşlanan büyük şirketler Türkiye’den topladığı mühendisler ordusunu sahaya koşmuşlar, mayınlar, saldırılar, bir dünya bomba yüzünden uzuvlar kopmuş. Yine dilden kopup ders vermeye başlamaca, hikâyeyi orta yerinden katlamaca, can sıkıcı. Anlatıcı metni geriye döndüremiyor sonradan, bir kez Irak’taki durumun malumatını verince sözcükler anlam ihtimallerini yitiriyor, gerçekliklerinden, ilkliklerinden çıkmaya razı gelmiyor. “Gönül Sokağı” tam buna biçilmiş oysa, anlatıcı Zeynep’in Gönül Sokağı’ndaki barda takılırken düşündüklerinden, bar çalışanı Ali’ye karşı hissettiklerinden tam gerçek bir öykü. Gönül akması, bir başına şiir, dili de yanına çekmeye gerek duymaması bundan. “Siyah pantolon. Gri bir gömlek. Tamam, hava ılık; ama yine de ince üstündeki. Üşümez misin? Yanımdan geçerken ne de güzel gülümsedin: ‘Hoş geldiniz,’ diye. Ben de konuşmadan: ‘Hoş bulduk,’ dedim. O an bir çarpıntı yüklendi göğsüme. Sabahtan beri çok sigara içtim, ondandır.” (s. 83) Bütün mümkünleri sıralamasında, anlatılan zamandan araya parçalar eklenmesinde bir çekicilik var, zenginlik. Yan masadaki adamın bakışlarına karşı koyamaması Zeynep’in, Ali’den umudunu kesmesi hüzün, belirgin, geçiyor. Yine de asgari öyküye çok yakın, tehlikeli bir yerde. Kıyaslayınca böyle, Karabıyıkoğlu’nun çok iyi öyküleri de var bu kitapta.
“Olivya Çıkmazı” oyunu kazandıracak piyon aslında, en önde duruyor ki dikkati toplasın, iyi bir başlangıç için şart. Sokak bir isme, bir çıkmaza, bir dükkâna, birine indirgendiği zaman hikâye başlıyor, o çikolata dükkânı J’adore belki. Olivya orada çalışıyor, anlatıcının yolu oraya düştüğü için söz konusu. Kedi mi, belki, anlatıcı her şeyi biliyor, meraklı. “Kulenin dibine gitmişim; eteklerini kaldırsa da bacaklarını görsem diye beklemişim. Ellerimi sürmüşüm, hadi kaldır eteğini ey kule, diye seslenmişim. Kaldırsan da bacaklarının arasına girsem, kule. Oradan tırmansam göğsüne.” (s. 10) Mösyö’ye kızılacak önce, Olivya’yı sürekli darlayan, zayıflığın sırrını arayan Mösyö. Anneye de kızılacak, Olivya tek çocuk da nasıl gitmesine razı oluyor, bir daha göremeyeceğini bile bile? İstanbul’a geldiğinin dördüncü ayında çikolatacıda iş bulan kadın pansiyona da yerleşince oralı artık, ölene kadar yaşar. Ölür, odasına yerleşen her kimse eski bir defter bulur, Olivya’nın romanıdır o, kendi adını yazıp yayımlatınca dünya ödül kazanır. Olivya’yı anlatacak bir kent kalmıştır, kedi, bir ses. Kule etrafına örülen -mekâna dönüşlerle ilerler zaman, Olivya’nın yaşını göstermekten başka işlevleri de var- öykünün benzerleri başka şeylerin etrafına örülmüştür, örneğin bir fanus olarak dünya, fotoğraf makinesi diğer öyküleri bir arada tutan imge ve nesne. “Yastıksız Uyuyan”da da Irak’taki savaş anılıyor, karakterin sevdiği adam çalışmak üzere gidip dönmeyince geride bıraktığı kamerayla görünür olacaktır, karakter çekmeye değer bulduğu her manzarada eşini bulur.
“Çamurlu Roman”, “İğne İplik” gibi kötü öyküleri de ayıralım, yine okunası, kalanlarda kıymet var. Genç şairle yaşlı şairin bakışımlı öyküleri, yaşlının gence duyduğu aşk, gencin yaşlıda aradığı yakınlık, eh.
Cevap yaz