h2o olmasa Tirali’yi basan olmayacak, tıpkı İlhan Tarus ve İrfan Yalçın örneklerinde olduğu gibi. Öyküleri ve anıları çok önemli Tirali’nin, daha 19 yaşındayken Giresun’da kurduğu gazetede Naci Kalpakçıoğlu’nun ilk yazısını yayımlıyor mesela, geleceğin Fethi Naci’sinin. Birlikte çıktıkları Giresun yolculuklarından Fethi Naci bahseder, Tirali de bahsediyor. Politik sezgilerinin zayıf olduğu söylenebilir Tirali’nin, bu kitap öykü kitabı olarak geçiyor ama basbayağı anı kitabı bu. Neyse, Tirali ve üye olduğu partiden arkadaşları Giresun’a gidiyorlar, o sırada Adalet Partisi’nin “Ortanın solu Moskova yolu” sloganı CHP’de öyle bir panik yaratmış ki partinin sosyalist çizgiye kaymadığını anlatmaya çalışıyorlar insanlara. Tirali insanlara komünizmle kapitalizmi anlatmaya çalışıyor, amacın orta yolu bulmak olduğunu söylüyor ama mevzuyu açıklamasını isteyen Giresunlu genç anlamıyor, devlet memuru olma hayalleri kurduğu için destekliyor partiyi. Bir soru daha sormaya kalktığı zaman Tirali dayanamıyor, gencin yırtık dondan fırlar gibi davrandığını söylüyor. Kayıp tabii, bu çıkışının yarattığı hayal kırıklığı kaç oya mâl olmuştur acaba? İnsan sinirleniyor ister istemez, gerçi diğer anılarda bu tür çarpıklıklar yok. Sait Faik’le ilgili bölüm kitaptaki en dikkate değer bölüm herhalde, “Sait Faik’in Paris’teki Anlaşılmaz Beş Günü”. Bir otelde tesadüf eseri karşılaşıyorlar, Sait Faik’in elinde küçük bir valiz, başında yana kaymış kasket, bitik durumda. O sabah uçağa atladığı gibi Paris’e gelmiş, Tirali’nin adresini bulunca damlamış hemen. Otele adını yazdıracaklar, Tirali ismi söylüyor ve Sait Faik hemen karşı çıkıyor, asıl adı Mehmet Sait. Bilmiyormuş Tirali, arkadaşını hemen odasına çıkarıyor. Fikret Ürgüp’ün tavsiyesiyle birkaç tane aktedron yutan Sait Faik yol boyunca gözünü yummamış, asabı müthiş bozukmuş. Ertesi gün ulaşacak olsa da annesine hemen telgraf çekmeye kalkmış, Tirali halletmiş. Ertesi gün buluşacakları yere Sait Faik geç gelmiş, sinirden yerinde duramıyormuş çünkü kahve içtiği mekânda İstanbul’dan geldiğini duyan biri dalga geçmiş. “Deyyus” kılık kıyafeti beğenmemiş herhalde, hemen gidip üst baş alıyorlar, Sait Faik de Parislilere benziyor. Akşamına eğlence, Montparnasse’ta eşcinsellerin takıldığı bir mekâna gidiyorlar. Sait Faik “kadın kılığındaki kart herifleri” görünce şaşırıyor, “Bunlar ne biçim oğlan be?” diye soruyor ve daha oturmadan otele dönmeye karar veriyor. Gezi tozu iyi de hastane süreci var, yazarın karaciğerinden parça vermesi lazımsa da fikir değiştiriyor ve geldiğinin üçüncü gününde dönmekten bahsediyor. Tedavi edilmeli oysa, karaciğeri iyileştirilmeli. Bir gün sonra uçak biletini aldığından bahsediyor Sait Faik, Tirali ve arkadaşları şaşırıyorlar. Bir süre daha kalsa? Bileti açığa alıyorlar, o gece sirke gidip yazarın fikrini değiştirmeye çalışacaklar ama Tirali öğreniyor ki arkadaşı yeniden bilet almış ve yola koyulmuş bile. Beş güncük kalıyor Paris’te Sait Faik, iyileşmeden dönüyor ve birkaç yıl sonra hayatını kaybediyor. Kalsaydı her şey bambaşka olabilirdi, olmadı. Grenoble’deki eski dostlarını aramak da istemiş oysa, yirmi yıl önce tanıştığı insanlar da tutabilirdi onu. Oraya da gitmemiş. Bir garip yolculuk. Tirali’ye imzaladığı kitaplara yazıyor, o beş günü nasıl anlamlandırmalı? Tuhaf birinden tuhaf bir yolculuk, o kadar. Bulunmak istemediği yerde durmuyor Sait Faik, yaşamı pahasına. Özgürlük, uçsuz bucaksız. Dokuz ay sonra Tirali memlekete dönünce görüşüyorlar, yeni çıkan kitabını imzalayıp veriyor Sait Faik. Yazdığı: “‘Naim oğlum, artık bir daha göklerden Cadet’deki otele düşmeyeceğim sanma. Ölmezsem, sen nasıl olsa oraya gidersin, ben de seni bulurum. Sait.’” (s. 14) Söylediği gibi de olur, Tirali tekrar Paris’e gider ama Sait Faik’in gelmesine imkân yoktur artık, uçağın kalkacağı gün yazarın cenazesi kaldırılır. Buruk bir anı.
“Heeello Erdoğan” Galatasaray Lisesi yıllarından ansıma. Erdoğan’ın aşırı bir zekâsı yokmuş ama çift dikiş atmadan bitirmiş liseyi, zekiymiş. Derslerde hocalarla Erdoğan arasındaki komik diyalogları aktarıyor Tirali, birlikte yaptıkları haytalıklar matrak. Okuldan kaçmak yasak zaten de duvardan atlayarak girmek de yasakmış, bir gün birlikte kaçıp gezmişler, kapıların kapanmasından çok sonra okula girdikleri zaman Erdoğan yakalanmış ve ceza almış, şaşkınlığı eğlenceli. Cenazesini hatırlıyor Tirali, sevdikleri hocalarından biri de cenazedeymiş. Birkaç yıl sonra aynı camide, Teşvikiye’de hocanın cenazesi de kalkmış. Hikâyeler anlatılmış o gün, arkadaşlar toplanmış ve geçmişi diriltmişler. Komik anılara gülememişler o gün, her şey acıya bulanmış. Kayıplar yaşamı ağırlaştırınca, insan eksilince başka zamanlarda güldüğü şeylere gülemiyor artık, buna dair bir anı parçası.
“Züğürtün Keçisi” Oktay Akbal’a ithaf edilmiş, Tirali ve Akbal yakın arkadaşlar. İlk kitapları yakın zamanlarda çıkmış, genç öykücü olarak ikisinin adı anılıyor o dönem. Neyse, Hanife Abla’yla ilgili bir öyküdür bu. Piraziz’deki dede evinde Hanife Abla’nın hikâyeleriyle büyüyorlar, aslında bu anı için 1930’ların Doğu Karadeniz’indeki yaşamı içerdiği söylenebilir. Nedir, keçi ve züğürtle ilgili halk hikâyesini dinlemeden uyumuyormuş çocuklar, kadın hemen her gece aynı hikâyeyi anlatmak zorunda kalıyormuş. Sonda yer alıyor hikâye, çocuklara anlatılacak bir şey gibi durmasa da bayılıyormuş veletler dinlemeye. Tirali’nin anlatma isteği o sıralarda doğmuş, kendi hikâyelerinin kaynağı Piraziz’de. Belli gerçi öykülerinden, pek geçer Piraziz.
“Piraziz Nere, Berlin Nere?” Almanya’ya giden, dönmeyen veya dönen insanlarla ilgili. Çok göçen olmuş Almanya’ya, akrabalardan gidenler diğerlerini de çekmiş yanlarına, Kreuzberg’e Pirazizliler de doluşmuş. Gurbetlik zor, Haldun Taner orada dinlediği bir şiirden öyle etkilenmiş ki gözlükleri buğulanmış, şiirin bir kısmını Devekuşuna Mektuplar‘da yayımlamış. Neyse, mevzu Hasibe Abla’nın Almanya’yı ziyareti. Eşi Ahmet Dayı’yla birlikte Ankara’daki oğullarına gidip geliyorlar, sonra kızları Ayla’nın yanına gidip Almanya’yı görüyorlar. Hasibe Abla’nın izlenimlerine dalıyoruz sonra, Anadolu kadınının doğal gözlemlerine. Almanya’da hiç güneş görmemişler, Doğu Karadeniz’in havasına benzermiş oranın havası. Almanlar her gün yürüyüşe çıkarlarmış, havanın yağışlı olmasına aldırmadan yürü Allah yürüymüş, göl kenarları dopdolu olurmuş iş çıkışlarında. Üç ay kalmışlar orada, hiç sıkılmamışlar çünkü bütün tanıdıkları, akrabaları oradaymış. Pek azı Almanca bilirmiş, öğrenme ihtiyacı duymamışlar. Güllü’nün hikâyesi araya kaynıyor hemen 27 Mayıs zamanında ailesi parçalanan Güllü okuma yazma öğrenmiş, istikamet Almanya. Sıkılgan, peştemallı genç kadın Alman oluvermiş zamanla, güzel giyinmeye başlamış, Batı’nın kültürüne entegre olmuş. Mutlu orada, Hasibe Abla anlatıyor. Almanlar tertemizmiş, sesleri de çıkmıyormuş öyle. Çoluk çocuk gürültü patırtı yapmazmış da Kreuzberg’deki apartmanda kalan Türk ailelerin çıkardığı gürültüye katlanılmıyormuş. Türkiye’deki pislikten yakınıyor kadın, gidene kadar fark etmemiş ama orada yaşamak istemezmiş, herkese memleketi güzelmiş. “‘Almanya’da herkes çalışacak. Otrumak isteyen, gezip dolaşmak isteyen zengin olacak. Zengin olanlar zevkinde, sefasında Almanya’da. Zengin değil misin, ister Alman ol, ister Türk, çalışacaksın. Şimdi bu gavurlar neler yapmışlar neler… Gavur milleti işten güçten kaçmıyor. Devamlı çalışıyorlar.’” (s. 49) Her şey belli, her şey dakik, Türkiye’ye dönüşte bunu da iyi anlıyor Hasibe Abla. Türklerde her yer kaos, polisler kaba, karmakarışık bir ortam. Yine de iyidir, başta yadırgasa da sonradan döndüğüne memnun oluyor Hasibe Abla. Hikâyesi samimi, kültürel farkları iyi anlamış ve anlatmış.
Diğer anılar da hoş, Cihat Burak’ın anıöykülerine yakın bir üslup. h2o bunu da basar herhalde, basmalı. Tavsiye ederim, YAZKO’dan çıkanına denk gelen kaçırmasın.
Cevap yaz