Muzaffer Hacıhasanoğlu – Eller

Öykülerdeki karakterlerin ipleri belirgindir. Anlatıcı çeker bırakır, kendi sesini duyuracak kadar gürültü çıkarır bir yandan, karakterin zihninden uzağa düştüğü çoktur. Hikâyeyi aynı mesafeden anlatır, karakterlerin geçmişlerini aynı derinlikte kurar, kısacası Hacıhasanoğlu’nun öykülerinde pek bir yaratıcılık yoktur ama nitelik asgari öyküye inecek kadar da düşmez, iki öykü bu açıdan kurtarır kitabı. “Faytona Ağıt” diğer öykülerin trafiğinden ibaretmiş gibi görünüyor başta, Deli Hasso’nun dertlerini ve geçmişini görüyoruz. İki çizgiyle kuruyor genelde Hacıhasanoğlu, esasta karakterlerin devinimleri anlatı zamanında, ikincisinde temeller, geçmiş. Faytoncu Deli Hasso’nun bir gününe şahit oluyoruz bu öyküde, biraz da sıkılıyoruz çünkü adamımızın zar zor edindiği nesneler üzerinden kurduğu ilişkinin benzerleri yığın olmuş zaten, misal cepteki beş liranın defalarca bahis konusu olması, tarla sürecek öküzün gelmişi geçmişi, bilmem ne. Bağlantılar çeşitli ama, güzel, evin tabanına serdikleri gazete kâğıtlarını gazetesiz edemeyen efendilerden istiyor Hasso, milletvekilliğine bile adaylığını koyduğu için büyük saygı gören Süreyya Bey tepesinden bakıyor da okuyup okumadığını soruyor. İçinden daha sittin sene seçilemeyeceğini söylüyor Süreyya Bey’in, sonra yağ çekiyor, Hasso bu işi biliyor. Arabayı hazırlarken içeriden eşi Zeynep sesleniyor, hop, geçmişteyiz, kaçırma faslında. Zeynep’in de gönlü var, babasına karşı çıkıp Hasso’ya varıyor ama toprağa su gelmiyor, hayvan yok, Hasso’nun anası Elif Bacı oğlunun akılsızlığına kızıyor. Ata toprağını bırakıp şehre göçüyorlar, konduruyorlar evlerini, Hacıhasanoğlu’nun birkaç öyküde ayrıntılarıyla anlattığı süreç. Yokluğun bin yüzü var, Elif Bacı’nın çifte koşulduğu sırada hık diye gitmesi olsun, sıranın Zeynep’e gelmesi olsun, ırgat arayanların traktörle iş görüp köylüleri dehlemesi olsun, sosyoekonomik değişime yakından bakış. Zikzaklarla ilerleyen hikâyede faytonculuğa nasıl bulaştığını görüyoruz Hasso’nun, sonra kafayı kırıp arabasına benzin dökmesini. Tipik bir Hacıhasanoğlu öyküsü siftah yapmadan günü kapayan Hasso’nun çaresizlikle eve döndüğü yerde noktalanırdı, oysa karakterin yavaş yavaş kafayı kırması ilginç. Arabalar, taksiler çıkmıştır artık, beş liraya insanı oradan oraya uçurmaktadır, Hasso oğlunun geleceğini düşünür, kendi hastalığını düşünür, meydana çektiği arabasının tepesine çıkıp isyan eder resmen. Yokluk, pahalılık, kan emici esnaf, ağzına geleni söyler, insanlar üzüntüyle izlerler Hasso’yu, gençler deli adama bakıp gülerler. Tanıdığı gelir de indirir adamı, dilini tutmasını söyler, alıverirler yoksa. “Silivri soğuktur”un o zamanlar karşılığı “alıverirler”. Evine döner Hasso, Zeynep bir şeylerin ters gittiğini anlamıştır ama müdahale etmekte geç kalır, adam bir bidon benzini arabasına döktüğü gibi kibriti çakar. Tansiyonu yüksek bir bölüm, mahareti burada görünür hale geliyor yazarın, karakterleri hem olayı yürütecek hem de duyguları gösterecek kadar iyi kuruyor. Rüzgârdan söndü ilk kibrit, o sıra mahalleli toplanıp durmasını istedi Hasso’dan, ikinci kibrit, tanıdıkların koşup kibriti söndürmeleri, Hasso’nun oğlunun yetişip fabrikadaki işe girdiğini söyleyerek babasını sakinleştirmesi, dört dörtlük sahne. Adamı yok diye işe alınmayacağını düşünüyordu oğlunun, Hasso umut ışığıyla teselli buluyor, gerçi finali zort diye bağlamaya meyilli Hacıhasanoğlu’nun bu konuda başarısız olduğu söylenebilir ama tamam bu, zortluk tam da gerilimin çözülmesine denk geldiği, tutulan nefesin bırakılmasına eşlik ettiği için. Bir de “Ben, Molotof, Çörçil, Yosma”ya bakalım, diğer kutupta yer alıyor finali. Anlatıcı çalıştığı yere gelenleri anlatıyor önce, onları umudun birleştirdiğini söylüyor. “Atların dolaştırıldığı yere doğru yürüyordu. Tartışırdı önüne gelenle. En iyi kendisinin anladığını sanıyordu bu işlerden. O yıllarda ceketlerin boyu uzundu. Saçlar Tarzan’ınkine göre kestirilir, taranırdı. Pantolon paçaları genişti. Bob stil derlerdi. İlkin Bob denilen adam mı giymişti acaba? Şu gelenin memur olduğu her halinden belli; umut onu getiren buraya.” (s. 73) Çocuklarının rızkını atlara yatıran adamların eşleriyle kavgaları, gidecek başka yeri olmayanların çaresizlikleri, hepsi anlatıcının gözünde somutlanır. Molotof, Çörçil, bunlar anlatıcıya saymanlığı öğretenlerdir, bahisleri toplarlar, gişeye götürürler. “Rommel” koymuşlardır anlatıcının adını, İkinci Dünya Savaşı yılları. Şunlar eş zamanlı: Almanların Rusları darmaduman edeceğini söylemek, Napolyon gibi karlara gömüleceklerini söyleyerek kontraya kalkmak, anlatıcının “mâllim” babasının ağayla tavla oynamasını izlemek, babanın yenilgisinde doğru bulunan şeyin verdiği rahatsızlığı düşünmek, yine zikzaklar. Okulu bitirecektir o güz, anlatıcı harçlığını çıkarmak için oradadır, cebindeki beş liraya gözü gibi bakarken Yosma’ya tutuluverir. Tabu gibi bir şey herhalde saymanların da bahis oynaması, büyükler küçükleri uzak tutmaya çalışıyorlar belki de, bir nevi vazife. Yine de oynar Rommel, işinin başına dönüp sonucu bekler. Başta önde olduğunu söylerler, Yosma iyi koşar, birden tökezleyip iki seksen. Ayağı kırıldığı için vururlar, gözden sakınılacak kadar güzel olan hayvanı vurmaktan başka çare yoktur. Rommel’in hayal kırıklığı, giden beş lirası, haftalık, okul, umutsuz insanlar, iş. “Dışarı çıktım. Son yapraklar dökülüyordu ağaçlardan. Tökezledim. Yıkılmadım. Yosma yıkıldı; vurdular onu. Koşamayacak artık. Biz koşacağız daha; yıkılana kadar…” (s. 81)

Köylerdeki toprak davasını Dağ Başındaki Ölü‘de iyi anlatıyordu Hacıhasanoğlu, traktörün bir ağalara gelişiyle sağa sola savrulan köylülerin durumlarını da, “Traktör” daha kapsamlı bir manzara sunuyor okura. Adını hatırlamıyorum, andığım kitaptaki öyküde ağanın biri traktör alıyordu borç harç, tabii onun borcu harcı köylünün borcu harcıdır, hele traktör köylüleri işsiz bıraktıktan sonra besbeter. Nedir, yedek parça yoktur veya pahalıdır, tamir etmeyi bilen yoktur, ona zam gelir, bu bulunmaz derken sinirden çıldırır ağa, traktörü toprağa gömdürüverir. Bu öyküde anlatıcıların Hasan Ağa’ya bakışları var, herkes kendi yerinden gördüğünce değerlendiriyor. Bakkal Cemal’de söz ilkin, Hasan’ın başındaki şapkanın kirden, yağdan takılmayacak halde olduğunu söyleyince içini bir korku da sarıyor, sinsi Hasan çıkışmakla kalmayıp köylüye alışverişi kesmesini bir söylese dükkânı kapatmakla kalmaz, barınacak başka yer bakmak zorunda da kalır zira bütün köy elindedir Hasan’ın, borçlandırdığı insanlara istediğini yaptırabilir. Cimriliğinin eşi menendi bulunmaz hasılı, şapkasını takılamaz hale gelesiye takacaktır. İtlerini, atını da pek sever, gençten bir anlatıcının girdiği iddiadan anlıyoruz: bağa girip bir salkım üzüm alabilirse Satılmış’ın hapishane işi, işlemeli uzun ağızlığını kazanacaktır anlatıcı, aksi halde tabakasını verecektir. Girer, salkımı koparır, itlerden biri ceketini de kapar ama kılpayı kurtulur bizimki. Hasan’ın yengesi Ayşe’yle anlatıcının muhabbeti ilginç, kadınlar vasıtasıyla aradaki duvar kalkıyor da az çok eşitlikçi bir iletişim kurulabiliyor taraflar arasında, anlatıcı isteseydi bir salkım üzüm koparıp verebileceğini söyleyen Ayşe’nin gösterdiği yakınlık her ilişkilenme biçiminde bu kadar güçlü olmayabilir, belki söz konusu bile olmaz ama anlatıcının Ayşe’ye göre gösterdiği “erkeklik” bu bağlamda düşünülmeli. Ata gelelim, kısa konu: çok sevdiği atını ancak önemli günlerde çıkarır Hasan, “mâmır”lar geldiğinde mesela, at ölünce karalar bağlamasıyla traktör kazasını birlikte düşünmek gerek. Tepeye çıkacaktır traktör, çıkamayacaktır da köylüyü zorlar Hasan, ölüm pahasına makineyi çıkarmalarını ister. Köylü isyan eder nihayet, köle olmadığını söyleyince Hasan kendi geçer koltuğa, gaza bir basar, aşağı tepetaklak. Kendi canı da düşünülmeyecekler arasındadır, sonuçta gavur işi bilir de tepeyi çıkacak kadar güçlü yapar makineyi. İsyan eden Osman’ın Hasan’a son söylediği: “‘Ne olursan ol, bu kadar zaman ekmeğini yedim. Sürme bu yamaca traktörü; devrilirsin…’” (s. 72)

Okunası öyküler, tavsiye ederim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!