Hacıhasanoğlu iki anlatı çizgisi üzerine kurar öykülerini, anlatı zamanında karakterin gözünden veya tepesinden ânın olanı biteni verilirken anlatılan zaman geçmişin uzak ve yakın noktalarına odaklanır, oldular bittiler diğer çizginin temelini oluşturur. “Dağ Başındaki Ölü” diyelim, özetidir kurulumun: “Ben burada Sırameşelerde sırtüstü yatıyorum. Dün ikindi vaktindenberi toprağın sertliğini duymuyorum. Sanki boşlukta uzanıvermiş gibiyim. Herkes dediği gibi demek gerekirse bir kahpe kurşununa gittim bu dağ başında.” (s. 5) Önceki günden beri boşluk, şimdinin gözlemciliği. Silah sesleri bir süre gitmiş, ortalık sütliman olunca İbo fırlayarak Ahmed’in üzerine kapanmıştır, Ömer’e göre kahpeler kıymıştır oğlana, Deli Mehmed’e göre hık bile diyememiştir Ahmed, yani herkes diyeceğini dediğine göre esas kadro tamam. Sessizlik, herkes Ahmed’in babasına ne diyeceklerini düşünüyor zira adamcağız evi barkı satıp kente yerleşmeye çoktandır niyetlidir, oğlanı vurdudan kırdıdan uzaklaştırmak için ata toprağını bırakmaya çoktan razıdır. Geri dönüşlerle kimlerin ne dediğini, ne ettiğini görüp şimdiye döneriz, babanın çaresizliği oğlunun ölüsüne çarpar, acının şiddeti artar. Deli Mehmed’in karşı saldırı konusunda söyledikleri ayrı bir kapı açar, Hacer’i Ahmed’den önce Deli Mehmed’in istediğini ama alamadığını, Ahmed askere gidince muhtemelen -Ahmed bilmediklerini ölüsünün başında konuşulanlardan çıkarır, tanrılığa soyunmaz- birlikte de olmuşlardır, gün doğmuştur yani Mehmed’e. Kendisi bir başkasına sardığı için kırdığı cevizlere dokundururlar, sonra içlerinden biri köye gidip durumu haber verir. Feryat figan yankılanır, gözü yaşlı babayla birlikte savcı, asker, muhtar, kim varsa gelir. Karacamızlılardan Kel Satılmış mı vurmuştur, Sarıların Hüseyin mi, köyün işine kimin suçlanması gelecekse onu atarlar ortaya, ağız birliği ederler, birini suçlarlar. Arazi davası aslında, hayvanların oradan geçirirsin, buradan suvaramazsın, öteden geçemezsin, hayt hoyt derken tekme tokatlı kavgaya silahlar karışmıştır, olay bu. Geçmişten parçalar karakterlerin altını doldurur da karakterlerin kendi söylemleri, diyaloglar hikâyeyi yırtıp bilgi topağı atıverirler ortaya bazı, öykülerin zayıf yanıdır. Köylü bu çatışmaların “insanoğlunun kötü bi damarı” olduğunu söyleyiverir, biri başka bir açıklama yapar ki karaktere hiç uymaz, konuşma biçimlerine uymaz, gündelikten donk diye düşüveririz insanlığın makus talihine falan. Anlatım nasıl, Hacıhasanoğlu toplumcu gerçekçidir, özü verir, düzeni sorgulayıcı bir iki eleştiriyi açıktan açığa sıralar, parlak ayrıntılarla bitirir öyküyü. Finaller başarılı değil, genellikle esas olaydaki muammalara değinecek biçimde. Bu öykünün sonunda otopsi yapılıyor sorgulama sürerken, bedenin etrafına toplananlar doktorun göğüs kafesini açtığını görüyorlar, kiminin midesi bulanıyor. Kurşunu bulup çıkarıyor doktor, savcı doktorun elindeki et parçasına bakıp ölüyü kaldırabileceklerini söylüyor. “Demek bu et parçası benim kalbimdi. Beş kuruşluk bir kurşunla bir uçtan bir uca delinmişti.” (s. 17) Ahmed öldükten sonra köylülükten çıkıp daha dolu bir bilişe sahip oluyor sanıyorum, dili diğerlerininkine kıyasla daha gelişkin olduğuna göre. Yavuz Ekinci’nin de kötü bir öyküsü vardı, karakteri Ahmed’e benzer. Asker çatışmada ölüyor, sonra kardeşlerin birbirini vurduğundan, kayanın dibinde bitmiş çiçeklerden, bulutlardan filan bahsediyor. Meh.
İhtiyarların ölüme yaklaştıkları sıra hayatlarının muhasebesini yaptıkları öyküler vardır, hislidir. Hademenin, Veli’nin öyküsü misal, genç adam köyünden çıkıp gelince şehirdeki memleketlisi önce bir zorlar, insanın şehirde çalışması için uyanık olması gerektiğini söyler, hani yeri geldiğinde kırk yalanın belini bükmelidir, sinsi olmalıdır. Kendisi odacıdır, müdürlerden daha forsludur zira kurumun girdisini çıktısını, kimin ne işe yaradığını ve yaramadığını bilir, alttan girip üstten çıkar, adamını bildiği için herkesin işini öyle böyle gördürür. Veli’yi bir okula hademe olarak aldırır da zor olur biraz, saf köylü gidip müdürle konuşunca iş olmayacak gibidir ama hamisinin dediklerini ucundan yapıp aldırır kendini, diğer hademe Dursun’un uyanıklıklarına da katlanınca gül gibi yaşayıp gitmeye başlar. Nedir, çocukları çok sevdiği için onların dertleriyle dertlenir, elinden geldiğince yardımcı olur onlara, sevinçleriyle mutludur, yıllar akıp gider böyle. Öğrencilerden biri bakar ki üzgündür Veli, okuma yazma bilmediği için eksik hissetmektedir, teneffüslerde adama ders verir. Dünyanın boşlukta dolandığını öğrenmiştir Veli, bunu eşine anlattığı zaman kâfirlikle suçlanır zira sakallı hocanın dediği gibi dünya bir öküzün boynuzları üzerinde durmaktadır, gerisi yalandır. Cehalete şaşırır Veli, kendi cahilliğini geride bıraktıkça gözleri açılır, bambaşka bir dünyaya adım atmıştır çoktan. Eh, o süreçte yaşlanır tabii, yeni müdür ayağını keser okuldan. Köyde bir iki yer almışlardır, akrabalar da biraz yardım ederse tamam da yıkılır Veli, bir gün eşi bakar ki Veli evde yok, etrafındakilerle birlikte aramaya başlarlar. İşinden olduğu okulunun önündedir adam, çocukları gözyaşlarıyla izlemektedir. Can bulur onlardan, hayatın anlamını o çocuk neşesinde görmüştür, köye dönüş ölümdür. Yaşamasızlıktan ölmek. Eğitim meselesi bu öyküdeki gibi birkaç kez karşımıza çıkar, üç kardeşin babalarına katlanmak zorunda oldukları öykü: Abla en büyüğüdür, ortancası zehir gibi bir kafaya sahiptir, öğretmeni çoban babaya çocuğu mutlaka okutmasını söyler ama baba karşı çıkar, eşi de yoktur, kim okutacaktır çocuğu? Ablayla en küçük kardeş dünyayı ortancadan öğrenirler, çocuk bilgi açlığıyla her şeyi yutar gibi öğrenirken onlara da aktarır, böylece geceleri uykuya dalmadan önce kardeşliklerini pekiştirdikleri gibi ders de görürler. Öykülerdeki yan hikâyeciklerden bu öyküye düşeninde “kahpe teyze” var, kadın hastalanınca abla çorba yapmaya gider ama baba esip gürlemiştir kaç kez, teyzeye gidilmeyecek. En küçükleri düşünemiyor, ablasının nereye gittiğini babaya söylüyor, evde tekmeler tokatlar. Ortanca geliyor, ablasını teselli ediyor, küçüğüne de bağırıp çağırdıktan sonra küsüyor, konuşmuyor üç gün. Okuldan dönerken su taşkını, küçük bir adacıkta kalmış, paçalarını sıvayıp oğlanı sırtlıyor ortanca, orada barışıyorlar. Babasının her zaman en doğru olmadığını öğrenmiştir küçük, abisini daha bir sevmeye başlar ama sonunu da yine kendi getirir. En kötü final herhalde, ortanca küçüğün gazıyla kayaların üzerine çıkarken paldır küldür devrilir, kayalar da üzerine.
Kadınlar. Başlarında erleri yoksa kapıları zorlanır, adları çıkarılır, illa bir erkeğe yamattırılırlar. İkinci, üçüncü eşten yana şansları yaver gitmez, başın bağlanmasıdır maksat, ne uyum ne bir şey arandığı için, muhtemelen erkekler de işlevlerini yerine getirdiklerinin verdiği güvenden ötürü hemen anlaşmazlıklar çıkar, herkes birbirine yan gözle bakmaya başlar. Cinayet çoktur bu yüzden, Hacıhasanoğlu gazete haberlerinden olayları derleyip yazmış gibi değil de köyün, kasabanın olağan sorunlarını kurmacayla özetlemiş gibi. Ne havası, biraz Necati Cumalı, tabii Fahri Erdinç. Orhan Kemal’in bambam tekniği değil, daha incelikli bir kurmaca, işin estetiğine biraz özen. Yalnız şöyle ilginç bir öykü var kitapta, araya karışmış falan diyebileceğim kadar ayrıksı, Cem Akaş’ın kaleminden çıkma sanki. “A Typical Typist” biraz uykusuzluk hikâyesi, biraz ölülerle konuşmaca, Hacıhasanoğlu’nun gerçeküstü damarının mı bir tanecik göstergesi midir nedir, ben anlayamadım bu işi. Teksas’taki fabrikaları haritalara yerleştirmeye çalışan bir adam, hikâyeye orasından burasından sürekli dahil olan bir ölü, Muallâ nam hanımefendinin kahkahalarıyla araya girip cortlatması ortalığı, tuhaf yani. Üslup yazarın üslubu diyesiyim, geri kalanı bambaşka bir şey. Severim böyle işleri, konsept öykülerin yer aldığı kitapların devri bence çoktan kapanmalıydı ama bu da direksiyonu aniden sola kırıp ardından düzletmek gibi. Kısacası Hacıhasanoğlu okunası bir yazar, denk gelen kaçırmasın.
Cevap yaz