Merve Özgenli Çelik – Huzursuz Kalp Sendromu

Soru işaretleriyle doldurdum kitabı, benden sonra okuyacak kişi kesin küfreder. “Yakup”ta şuralarda mesela, bazı insanların ölmemesi gerektiğini söylüyor anlatıcı, sonra “büyük” işler peşinde koşan insanlara bodoslamadan dalıyor: telefon büyük, kahve büyük, menü büyük, araba büyük, ekran büyük falan filan, sıradan işlerle uğraşan insanlar “küçük” ama nahiflik, güzellik onlarda. Klasik anlatı, bu büyüklük meselesini açacak yan hikâyecik yok, sırf Yakup’un yaşamını görüyoruz, o da kısacık, haliyle bu feryatlar ne için, acının çığlıkları öyküde ne arıyor bilmiyoruz. Öykü değil de sözlü hikâyeye, anlatıya yakın bir tür diyebiliriz bu öykü için. Dilinden değil de biçiminden yola çıkarak, hani kusursuz küre yerine dümdüz çizgi, doğru parçası diyelim. Yakup yaşamalıydı ama ölmüş belli ki, ölene kadar mahallede neler yaptığına dikiz. Ankara’nın eski gecekondu semtlerinde birinde yaşıyor Yakup, konu komşunun verdikleriyle yaşıyor. “Marketlerde her hafta etiketi katlanan temel ihtiyaçlar, işsizliğin ağırlığı ve iş adı altında burnu sürtülen insanlar yoklukla mücadele ederken herkese şüpheyle yaklaşmak durumunda kalırlardı. Ama Şüpheli Şentepe ahalisinin Yakup’a davranışı farklıydı.” (s. 7) Şöyle bir imaj oluştu zihnimde, basamakları ara sıra dörder dörder çıkan bir çocuğu izledim sanki metinleri okurken, arada tek tek çıktığı da oluyor ama esiyor mu ne oluyor, bir anda uzatıyor bacağını, çat dört, bir daha uzatıyor, çat beş. Anlık sıçramalar çok uzağa, esas hikâyeye dönünce bir yabancılama tabii, kentsel dönüşümün hayaletinden Yakup’a, diyelim ağaç katliamından yine Yakup’a, sanki bütün felaketlerden sığınılan bir liman gibi uzanıyor öyküde Yakup. Uğraştığı küçük şeylerin arasında sokak sokak dolanmak, genç kızları korkutup kahkaha atmak, nidasıyla mahalleliyi hoplatmak var, sokak hayvanlarını besleyerek gönlümüzün zo telini titretmeyi de biliyor. Ne ki küçücüktür Yakup, büyük bir adamın büyük arabasının büyük darbesiyle küçücük yüreği durur, büyücek ölümün küçücük kapısından geçip büyük evlerin önünde küçük bedeniyle yatakalır. Gözümüze girer bu kontrast, rahatsız eder. Usulca anlatılsa hüznünü memnuniyetle duyar, ağırlığı yüklenirdik ama sosyolojik, ekonomik veriler hafifletiyor anlatıyı, belki de umulanın aksine sulandırıyor. Ha, şöyle kıvılcımlar var, okunmaya değer kılıyor metni: “Çocuklarla iyi anlaşırdı da genç kızlar, kadınlar korkardı Yakup’tan. Onun garip hareketlerini gören kadınlar kesik kesik bağırır, tam bu sırada kahvedeki adamlardan seslerini sakınmayı unuturlardı.” (s. 8) Bunu arıyorum ki var ama tek tük. Göz ucuyla görülecek, genişledikçe genişleyecek bir anlam tohumu, toplumsal yaşama dair dinamiğin izi.

“Müebbet Özlem” mahkeme salonuna dair gözlem bu kez, Süheyla üzerinden. Laboratuvar mı kuruluyor da karakterlerin davranışları üzerinden incelemeler, okumalar yapıyoruz, say ki doğru, başarılı ama ne ölçüde öykü, tartışılır. Kader var bu kez, “kendine hiç benzemeyen kaderinin çetin yollarından birini daha geçmeye çalışan” Süheyla umutlu, o kez başarabilir, çok sevdiği eşi serbest kalabilir ama kaderini yenemeyeceği için mümkün değil bu, anlatıcı kadere birkaç şey de kendi söylemek istediğine göre kendini ortaya çıkarmaya meyilli, yani anlatıya dışarıdan bombalama atlarsa şaşırmamak lazım. Kasvet yeşili bir elbise var Süheyla’nın üzerinde, Yakup’un üzerinde de yeşilli bir şey vardı, üstelik malum peygamber gibi kör olmaktan korktuğu için gözlerine ihtimam gösteriyordu adamımız. Diyeceğim, bu insanlar ıstırapla pişmiş, kabullenmeyle soğumuşlardır, biz ara devreye göz atıyoruz. Kuran’dan bir sure konmuş yükü taşımaya dair, Süheyla oturduğu kaykık bank gibi sallanıp duruyor, iki öge bu öykünün sıklıkla tekrarlanan kilit ögeleri. Birkaç nesne, fikir belirleniyor da yediriliyor karaktere sanki, katı iyi atılmamış boya gibi pörtlemişler çünkü. Bir de şu, tamamen doldurmaca: “Süheyla stresli zamanlarında yüzüğüyle oynuyor, alyansıyla. Ama karşılaştığı bu durum karşısında yüzükle oynamak fazla pasif kaldığından gerginliği bir türlü azalmıyor, o da bir oturup bir kalkarak, sallanarak ya da ayaklarını sallayarak atmaya çalışıyor üzerindeki bu stresi. Sonra kalkıp koridorda birkaç tur gidip geldikten sonra yeniden oturuyor, düşünüyor; düşünürken bir çocuk edasıyla dirseğini bacağına elini de yanağına dayıyor, babasına benzeyen çekik, siyah gözlerini kısarak bir noktada sabitliyor.” (s. 12) Ne lüzumsuz kalabalık, dalıp gitmesi bütün bunların fazlasını anlatır oysa, adliyede eşinin duruşmasını bekleyen bir kadının gözlerini sabitlemesinden daha yalın, yalınlığı ölçüsünde daha derin bir duyuş, düşünüş tasviri ne ola bilmem. Bekliyor işte, bütün saatler duruyor, duran saatlerin türleri sayılıyor. Bir duruşun açılırken yırtılması, genişletilirken kopması, aşağı yukarı böyle. “Derin bir sessizlik oluyor. Her şey susuyor. Ama sadece Süheyla için. O öyle zannediyor, öyle hissediyor. Aslında hiçbir şey durmuyor. Her şey normal seyrinde akmaya devam ediyor.” (s. 14) Her şeyin susmasından sonrasını ânın dışına taşırmak, çeşitlendirmek iyidir ama üslup izin vermiyor buna, an genişleyecek etraftaki hareketlerle, boyuna değil de enine bir genişleme, o da pek bir zenginlik taşımıyor. Yine alakasız bir benzetme gelsin de bitsin metin: “Sarılmalar, sevinç gözyaşları ve mutluluklar yarınlara ertelenirken hayal kırıklığı doğuyor. Sobalı evden kaloriferli eve geçen bir kadının mutluluğu oturmuyor Süheyla’nın dudaklarına.” (s. 14)

“Umut Kuşu”nda iş değişiyor artık, ilk iki metnin alımlılığı yeterliydi de bu metin gibilerini kitaplara koymamak lazım, sosyal medya platformlarında değerlendirmeli. Anlatıcı yürüyor, yürürken düşünüyor, düşünmenin yürümekten daha zor olduğunu düşünürken yürüyor, o sıra ayağında sarı bot ve üzerinde kasvet yeşili elbise. Bu yeşil ve sarı naneler öykülerde karşımıza çıkar, göz önünde bulunduralım. Veya bulundurmayalım, niye bulunduracaksak. Var bir hikmeti, bulunduralım. Anlatıcı yürüyor dedik, hava dondurucu soğuk, sokaklarda ağlayan insanlar artık tuhaf değiller çünkü anlatıcı da ağladı ağlayacak. Sevdiği müebbete mahkum edilmiş, tabanvay bundan. Aklında deli sorular anlatıcının, sevdiği nasıl, ne yapıyor, ne yiyor ne içiyor? Ansızın italik bir bölüm, umudun kuşluğuna, kuşların umut saçmasına, meyvelerin olgunlaşmasına falana filana dair. “Karşısında oturduğum kültür merkezinin drama çalışmasından gelen bu cümleler çınlıyor kulaklarımda. Kafamdaki sorular bir an da olsa susuyorlar. Her şeyin zamanı geldiğinde yerli yerine oturacağı hissi gelip kaplıyor içimi.” (s. 17) İç döküm ya basbayağı, günlük yazısı. “Rüzgârın Getirdikleri” aynı meşrepten, sabrımı tükettiği için onunla noktalanayım. Savrulmak üzüyor anlatıcıyı, yanı başındakiyle farklı yerlere savrulmak mahvediyor, oysa aynı yere savrulsalar ne güzel. Zeki Müren iyi biliyormuş bu duyguyu, hani şu gökyüzünde yalnız gezen yıldızlarla alakalı şarkısında anlatıyor ya, kıps. Rüzgâr işte, teni pamuk gibi saranı, kulağa zeytinyağı gibi kaçanı değil de foşturt diye uçuranı esmiş, esiyormuş, hayat biraz oymuş, dertmiş tasaymış. “Bir arazinin ortasında çıkan rüzgârın ilk kurbanı değilim. Belli ki sonuncusu da olmayacağım. Hayat denen yolda önceden çizilmiş yolumun, yazılmış hikâyemin üzerinden geçerken, başıma geleceklerden bîhaber, herkes gibi yola devam ederken bir esinti çıktı.” (s. 19) Böylesi ukalalığı sevmem de olacak iş değil, sıralı cümlelerde tekrar eden sözcükler yerine başka deyişler bulmak en temel düzelti işlerinden biriyken yol üzerine yol olmuyor yani.

Nesneler bir öyküden başka öykülere taşıyor, sancılar tekrarlanıyor, incelikler yüzünden okurun başına neler geliyor. Verilecek kitapların arasına koydum hemen, his dünyası bombastik olanların ilgisini çekecektir.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!