Birkaç ay önce vefat etmiş Meral Ataç Tolluoğlu, gerçi o da babası gibi “öldü” denmesini isterdi belki, bilemiyorum. 1926 doğumlu, ilkokulu Büyükada’da, ortaokulu Heybeliada’da, liseyi Ankara Kız Lisesi’nde okumuş, sonra hukuk fakültesi, ardından babasının izinden TDK’ya. Ada yılları ve Ankara dönemi ağırlıklı olmak üzere hem kendi çocukluğunu hem de babasıyla ilişkisini anlatıyor Tolluoğlu, atalarından başlayarak. Nurullah Ataç 1889’da Beylerbeyi’nde doğmuş, baba tarafı Sürmeneli Gümrükçüoğulları. Dedesinin babası Gümrükçü Halil Paşa’ymış, anne tarafı Maraşlı Kısakürekler. Soyadı yasası çıktığı zaman Nurullah Ataç “Gümrükçüoğlu” soyadını almak istemiş ama abisi babalarının adını sonuna bir “ç” harfi koymuş, soyad olarak “Ataç”ı benimsemiş. Abisinin isteklerini emir addediyor Ataç, küçük yaşta annesiyle babası öldüğü zaman abisi babalık, ablası da annelik yaptığı için ikisine ayrı bir bağlı. Çanakkale’de savaş sırasında şehit düşen kardeşini de pek seviyor ama mezarlıklara gitmekten pek hoşlanmadığı için şehitliğe vardırmıyor yolunu. Annesiyle babasının mezarına da gitmiyor pek, onlardan çok dayak yediğini, bu yüzden onları pek sevmediğini gülerek anlatırmış ama belli ki babasını hiç sevmezmiş, bu yüzden eşinin mezarı dışında hiçbir zaman mezarlığa gitmemiş. Tolluoğlu’na gösterdiği sonsuz şefkat ve sevginin kaynağını burada aramak lazım belki. Çok duygusal bir insan, kardeşlerinin sesini duyar gibi olunca yemek masasından fırlayıp kendini dışarı atıyor, bir süre sonra kıpkırmızı gözlerle eve dönüyor. Eşi öldüğü zaman da uzunca bir süre kendine gelemiyor, Tolluoğlu ve eşi babalarının yanından ayrılmamaya çalışıyorlar, Ataç çöküyor resmen. İki yıl içinde eşine kavuşacağını söylüyor, gerçekten de ikinci yılın bitmesine yakın hayatını kaybediyor. Daha da ilginci, hastalığı yüzünden katılamadığı TDK toplantısı sürerken öleceğini söylüyor ve söylediği gibi de oluyor. Durmadan çalışması, yazması, evini kitaplarla doldurması ve giriştiği kalem kavgaları çelik gibi bir iradeye sahip olduğunu gösteriyor, bu iradeyle duygu dünyasının derinliği birbirini besleyen bir yapıya sahip. Kendisi bu kavgaları kağıttan öteye dökmüyor, görmek istemediği insanları görmekten imtina ediyor kendini, en fazla bu. Aynı yaklaşımı görememesi oldukça üzücü, eleştirdiği Oktay Rifat ve Melih Cevdet bir gün yolda karşılaştıkları Ataç’a tekme atıyorlar, Ataç eve gelince paltosundaki ayakkabı izlerini merak ediyor Tolluoğlu, sorduğu zaman babası yarım ağız anlatıyor, konuyu sonsuza kadar kapatıyor sonra. Ne zamana kadar, iki şair eve gelip Ataç’tan özür üstüne özür dileyene kadar. Bitmiyor, Melih Cevdet bir kez daha sinirleniyor Ataç’a, yolda görse saldıracağını söylüyor. Ortak tanıdıkların taşıdığı lafı umursamıyor Ataç, Melih Cevdet’in eşi arkadaşı olduğu için bir gün görmeye gidiyor. Melih Cevdet eve geldiği zaman Ataç’ı darp ediyor. Ayıp şeyler. Peyami Safa da bir diğer değişik, Ataç’ın ölüm döşeğinde yattığını öğrenir öğrenmez hemen bir yazı döşüyor, ölüm günü yayımlatıyor yazısını. Habislikle dolu, ölünün ardından yazılmayacak şeyler. Artık ne kuyruk acısı varsa. Bir de Ataç’ın Behçet Kemal Çağlar ve Salâh Birsel’le bir alıp veremediği var ama mevzuyu anlatmıyor Tolluoğlu. Ölmeye yakın TDK’daki bir arkadaşını arıyor Ataç, ölüm haberi verilip saygı duruşunda bulunulurken iki şairin salondan çıkartılmasını, yoksa hakkını helal etmeyeceğini söylüyor. Gerçekten de arkadaşı saygı duruşuna geçilmeden önce salona bir göz gezdiriyor, vasiyeti yerine getirecek ama ikisi gelmemiş o gün. Ataç’ın öfkesi bu kadar, can dostu Tanpınar başta olmak üzere pek çok arkadaşıyla arası bozulunca bir daha görüşmüyor onlarla ama gidip de tekme atmıyor. Melih Cevdet’le dil tartışmaları hararetli gerçi, ikisi de birbirlerini iğneliyorlar yazılarında.
Ataç’ın babası maliye dersleri verirmiş, nice öğrenci yetiştirmiş, bazıları profesörlüğe kadar yükselmiş. Sevgisini de gösterseymiş daha farklı bir Ataç’la karşılaşabilirdik belki. On beş yaşında Cenevre’ye giden Ataç orada hemen âşık oluyor, Claire adlı dünya güzeli Ataç’ın yaşamında derin izler bırakıyor. Söylenene göre kültürel farklılıklardan ötürü evlenmek istemeyince Ataç’ın dünyası başına yıkılmış. Yakup Kadri’nin konuya dair bir anısı var, o zamanlar muhtemelen büyükelçi orada. Ataç’a rastlıyor, yanında bir kız. Claire’ı hemen savıyor Ataç, Yakup Kadri’nin yanına gelip edebiyat hakkında konuşmaya başlıyor. Edebiyat aşkı ağır basıyor kısaca, Ataç’ın tutkusu o zamanlardan belli. Babası ölünce memlekete dönmek zorunda kalıyor, bakıyorlar ki aşk acısından bir deri bir kemik. Mektuplarında “Türkiye’de bir zindanda gibi olacağını” söylüyor ama şoku çabuk atlatıyor, Claire’dan ve İsviçre’den hemen hiç bahsetmiyor sonra. Oyunculuk da yapmış orada, Hamlet‘te balıkçı rolündeymiş, bir hocasının telkini üzerine oyunculuğu bırakmış sonradan. Aşk hayatı Türkiye’de hızlanmış, tutulduğu bir kadın başkasıyla evlenince eşi Leman Hanım’la tanışmış, evliliklerinin birinci yılında Tolluoğlu doğmuş. Adadaki yaşamları pek hoş, Rum komşular çok tatlı, adanın insanları sıcak bir ortam yaratmışlar, mutlular. Ataçlar İstanbul’da ev tuttuklarında adayı özlüyorlar, yazın gelmesini dört gözle bekliyorlar bu yüzden. Gerçi Nurullah Ataç o sırada Pertevniyal’de öğretmenlik yaptığı için gidip gelmesi kolaylaşıyor, yaşam standardı yükseliyor bir anlamda. Tanpınar’ın ziyaretleri bu dönemde yoğunlaşıyor, Ataç’la Tanpınar’ın hikâyeleri pek hoş. Kedileriyle ilişkileri bilhassa, uzun uzun anlatıyor Tolluoğlu, kediler öldükleri zaman çok üzülürmüş Ataç, ailece ağlarlarmış, komşular gülermiş bu hallerine. Oyun belasından çok çekmiş bir de Ataç, muhtemelen briç yüzünden. Adadaki bir gazinoda gecenin geç saatlerine kadar oynar, masanın başından kalkmazmış, evde eşinden azar işitirmiş bu yüzden. İşin içine abisi de karışmış, Leman Hanım’ın üzüldüğünü gören eltisi rica edermiş ki Nurullah Ataç’la konuşsun Galip Bey, kardeşini uyarsın. Bezik de ikinci bir bela olarak belirmiş bir süre sonra, Ataç oyunları çok ciddiye alırmış, oyun oynarken sessizlik istermiş. Yakın bir arkadaşıyla küsmüş bu yüzden, adamın bir daha eve girmemesini istemiş ailesinden. Adamın suçu oyun sırasında türkü söylemek, Ataç defalarca uyarmasına rağmen hep aynı şeyi yapınca bir hışımla kalkmış Ataç masadan, bir daha da konuşmamışlar. Yıllar sonra Ataç ölünce bu arkadaşı ta Münih’ten mektup yazmış, Ataç’ın dünyanın en iyi insanlarından biri olduğunu yazmış. Küçük sorunlar ömürlük dostları ayırmış Ataç’ın inadı yüzünden, ne acı.
Kitaplarla münasebeti de anlatayım son olarak. Kitaplar yüzünden hemen her gün evde kavga çıkarmış, kitaplarının yerinin değiştirilmesinden zerre hoşlanmazmış Ataç ama ortalıkta kitap yığınları bıraktığı için eşine ve kızına fenalıklar gelirmiş. Kitapları azıcık düzenleyecek olsalar kıyamet koparmış, Ataç kendisini evden atmak istediklerini söylermiş, gönül koyarmış. Okuma alışkanlığının anlatıldığı bölümde bildiğimiz Ataç çıkıyor ortaya, eline aldığı bir kitabı birkaç sayfa okuduktan sonra beğenmediğini, sevmediğini söyleyerek bir kenara bıraktığı çok olurmuş, bazı kitaplarıysa içini açtığı için defalarca okurmuş. Gide’i pek severmiş, yakınlarında birkaç kitabını bulundururmuş. Ödünç almayı hiç sevmezmiş, kitaplarının istenmesinden de hiç hazzetmezmiş, insan bir kitabı gerçekten okumak istiyorsa satın almalıymış, kendi kitaplarına gözü gibi bakarmış tabii. Ölümünden sonra kitaplarının çoğunu Milli Kütüphane, Fransızca ve İngilizce kitaplarınıysa DTCF satın almış. Adadaki evi dolduran kitaplar kütüphanelerde duruyor şimdi, tereke avcıları yağmalamamış, pek güzel.
Ataç’ın arkadaşları, dostları, düşmanları, inişli çıkışlı yaşamı ilgi çekici, Tolluoğlu da pek güzel anlatmış, meraklısı kaçırmasın.
Cevap yaz