Üç öykü. “Sur ve Gölge” meyhane muhasebesidir adeta, girdi çıktıyla çalgı çengi bir gider. Karabıçak Meyhanesi’nin sahibi Barba’nın Bulaşıkçı Ömer’i beklemesiyle başlar öykü, Ömer’in ne kadar harbi bir çocuk olduğundan masalardaki karanlık tiplere varır. Sondaki numara hikâyeye giren kızla birlikte çoktan açığa çıkar da yemek isteyen yesin, öykünün en büyük eksisi bu sarsması gereken sondur sanıyorum. Tek eksi bu değil. Bakalım, Ömer iki saat gecikmiş, Barba telaşlı. Çocuğun meyhaneye kattığı bir hava var, mesela çöp kovasının yanına daha büyük bir çöp kovası koydurmuş ki buna dökülen yemekleri kedilere köpeklere versinler, Aşçıbaşı Yani bu icadın adını “dört ayaklı” koymuş. Uyarmış da Ömer’i, artıkları yakına dökerse hayvanlar teşne olurlar oraya. Ömer üşenmeden arka sokağa götürürmüş kovayı, iyi çocuk bu Ömer. Ortada yok, Barba kapıdan giren müşterileri gözlüyor, bir masada sivil polisler var, karanlık tipler, Aksaray’da deri işi yapıyorlar sözde. Saz takımları geliyor, malumatını sayfalarca okuruz. Çingene tayfada çocuklar da var, keman, darbuka, klarnet. Malumata ve dile örnek: “Barba bu çocukları sevse de, en çok on beş dakika için izin verirdi meyhanede çalmalarına. Kimi zaman turistlerin ısrar edip çocukları bırakmadıkları da olurdu, ama çok sürmezdi bu ilgi.” (s. 5) Barba bunları pek tutmaz, asıl sevdiği “Türk sanat musikisi grubu”. Bir Rum, bir Ermeni, iki Türk. Gündüz müzik dersi veriyorlar, geceleri gezici müzisyenler. Saygı uyandırıyorlar mekanda, her havayı biliyorlar. Kirkor, Kanuni Halim Baba, Tamburi Safter Efendi, Darbukacı Derviş Bey. Barba yediklerinden değil de içtiklerinden para alıyor bir, keyifle dinliyor çaldıklarını. Odak sıklıkla değişiyor, meyhanedekilere bakıyoruz, Barba’nın gördüğü işe, diğerlerinin diğer işlerine, bir şeylere bakıyoruz belgesel izler gibi. Karanlık tiplerden biri Çakal Agop, şekli şemali karanlık bir tip nasılsa öyle. Uyuşturucu kaçakçılığı yapıyormuş bu adam, çok tehlikeli bir kardeş. Ömer ortada yok ama onun kişisel tarihine de bakalım, altı aydır orada çalışıyor, işini iyi yapıyor. Van’dan İstanbul’a gelmesini askerlik arkadaşı Kostas söylemiş, Kumkapı’daki meyhanelerden birinde çalışmaya başlasa işi işmiş Ömer’in. Kostas’ın babası Panayot son kalan bostancılardanmış, çevre kirlendikçe iş yapamamaya başlamış da parça parça satmaya başlamış bostanını, son parçayla Kostas’a bir elektrikçi dükkânı açacakmış. Barba bu bitirim elemanı çok sevmiş de Yahudi Moiz’in evlerinden birini ucuza kiralayıvermiş. Sonra biraz daha malumat, duvardaki bağırsağı göstermiş bir gün Barba, atalarından biri Osmanlı zamanındaki yasaklarda bu bağırsağı içkiyle doldurup gezici meyhane olarak çalışmaya başlamış, o. Ömer patronunun aile geçmişini de öğrenmiş böylece, küçük çaplı bir eğitimden geçmiş. Sonra âşık olmuş işte Çakal Carlos’un kızına, karanlık tiplerden biri o kızla evlenmeden önce kaçmışlar. Karanlık tiplerin adamlarından biri aymış, ateş ettiğinde Ömer’in arkadaşını vurmuş ama hızlı değilmiş yeterince, arkadaş adamın üzerine kapaklanıp diğerlerine kaçmalarını söylüyor. Agop düşüyor peşlerine, mortluyor. Bizimkiler mortluyor. Herkes mortluyor. Öykünün bir yerinde mitlerin resmi geçidi var, bizim aşk kuşlarının hikâyesi de o geçide katılıyor nihayet. Çağlar aşkla birleşiyor da bunun tadı tuzu yok açıkçası, arasak kuru bir dildir bulduğumuz, sıradan bir aşk hikâyesidir gördüğümüz, keçiboynuzudur dişlediğimiz. Saçlıoğlu’nun çok öyküsünü okumadım ama bu sorun okuduklarımda az çok var: yeni bir şey yok bu öykülerde. Karakterlerin dünyayı yenice duyuşlarına rastlamıyoruz, hikâyeler sıradan, yani mitolojik kısımlar bile öylesi renksiz ki gözü yoruyor bir yerden sonra.
“Bir Başka Işık” iki yazarın karşılaşıp çok düşük bütçeli bir The Man From Earth çekmelerini inceliyor. Yazarlıkla iştigal eden anlatıcımız Moda’daki çay bahçesine oturmuş, manzarayı izliyor. Ne var oradan görünen, işte Topkapı Sarayı, Ayasofya, adalar, bir yandan kalem çalışıyor. Tarihî yarımadanın pek sığ imgeleri de tamam, anlatıcının gözleriyle kıstırdığı adama gelelim. Bir bakış normal, diğer bakış korku dolu, kimse o. Anlatıcı duruma üzülüyor biraz, korkutmak gibi bir amacı yoktu. Gülümseyerek bakıyor bu kez, diğer adam yakalanmış gibi çöküyor iyice. Bizimki dayanamayıp adamın yanına gidiyor ve konuşmaya başlıyorlar. Yönlendirileceğiz biraz, olayın büyük bir gizem taşıdığını düşünmeliyiz. Anlatıcının adı Kemal, diğerininki Selim, ikisi de birbirinden emin değil. Selim biliyor ama Kemal’in öykülerini, o bahiste konuşuyorlar biraz, Selim geldiği yerde okunanların hiçbir zaman unutulmadığını, aslında hiçbir şeyin unutulmadığını söylüyor. Neresi orası, John Oldman’ın hikâyesi başlıyor işte. Selim çok bombastik, ölüler ülkesinden. Deli olmadığını söylüyor, az önce Kemal’in garip bir ışık görüp görmediğini soruyor. Görmüş Kemal, çok ilginç. İşte o ışık öte dünyanın ışığı olabilirmiş Selim’e göre, kendi yüzünden parlayan bir ışık olabilirmiş, birçok şey olabilirmiş. Ütopyaların açıklayıcı anlatımıyla sürüyor öykü, Selim fantastik dünyasını anlatıyor, Kemal inanıp inanmamak arasında gidip geliyor ama inanıyor sanırım, sonra her şeyin bir oyun olduğu ortaya çıkıyor. Kemal’in bakışlarını yakalayan Selim hemen senaryo yazmış kafada, rastlantısal olayları da kurguya ekleyince Kemal’i hemen etkisi altına almış, soruların cevaplarıyla kurguyu beslemiş, böyle gidiyor. En sonunda yaşadıkları anları öyküleştirme konusunu tartışıyorlar, aynı ânı bambaşka biçimlerde yazmayı kararlaştırıyorlar. Yine mitolojik dalgalar var da olmasa olur, olsa da olur. Yani bir şeyin olup olmaması önemli değilse o öyküyü bırakmak istiyorum ama yarıladık kitabı zaten, devam. Gerçi şu: Saçlıoğlu’nun öykülerinin bağları, düğümleri çok gevşek, ipliği çekince hemen çözülüyor. Biriciklik yok demektir, o özgül değer, özgün.
“Yüzün Tamamlayıcısı” üç ahbap çavuşun Hızır’la karşılaşmalarını temel alan bir öykü, biraz da kaderle ilgili. Mesela Hızır’la karşılaştık ve istikametimiz değişti veya değişmedi, başımıza geleceklerle ilgili fikrimiz yok çünkü Hızır’ın işi nedir, mesela hayatımızı kolaylaştırır ama o kolaylaşmanın bizim faydamıza olmadığı ortaya çıkabilir sonradan. Her dert çözülmemelidir açıkçası ya da Azrail’in kudreti Hızır’ı aşar, ne bileyim, Hızır’la karşılaşsam, “Bana bırak,” diyebilirdim, olmayan da olmamalı, kurtarıcı neyi kurtarır ki? Burada üç arkadaşın kaderlerini de çizmiyor, biraz çiziyor diyelim, işe yarayıp yaramadığını bilmiyoruz çünkü öykünün sonunda havaya sıkılan kurşunların düştüğü masada yer alan üç arkadaştan hangilerinin mermiler yüzünden öleceğini bilmiyoruz. Saçlıoğlu biraz buradan baktırıyor, ölüme karşı alınacak vaziyetin belirginliği ve belirsizliği. Cemal’i, Haluk’u, Hüseyin’i bildik, üniversite yıllarında yakın arkadaş olduklarını, aynı evde kaldıklarını gördük, Hüseyin’in evlenmek isteyip istemediğini bilememesi yüzünden kendi düğününde gönülsüz durduğunu anladık. İçlerinden biri hocalarının babasının cenazesine gittiğinde bir kızla tanıştı, daha fazla vakit geçirmek isteseydi düğüne gitmeyecekti. Diğeri erkenden yola çıktı, otobüste yanına oturduğu adamın Hızır olduğunu bilseydi adamın konuşmaktaki isteksizliğinden bir şeyler çıkarabilir miydi bilinmez. Hüseyin’in babasından dinlediler hikâyeleri, Antakya’nın söylenceleri bitmek bilmez de Hızır’la ilgili olanlar, menkıbeler, her neyse artık, bizimkilere bir mesaj, bir içgörü taşıdı ama bilmiyor insan işte, tam da o masaya oturdular. Öte taraftan bir masada oturanlar ayağa kalkıp silahlarını çıkardılar, sıktıkları yere bakmadan boşalttılar mermileri. Gerisi kader. Üç öykünün en iyisi bu sanırım, mevzunun bağlandığı yer iyi, bağlama iyi.
Çok boş zamanı olanlar okuyabilir, eminim ki Saçlıoğlu’nun daha okunası metinleri vardır.
Cevap yaz