Augé unutma biçimlerinin kültürden kültüre değişimini üç derste incelerken Batı merkezli etnolojinin söz gelişi Afrika’daki bir erginlik ayiniyle etkileşimini değerlendiriyor, merkezin tekil bakışla yutmaya teşne olduğu kültürlerin özgünlüğüne dikkat çekiyor, bilimsel paradigmadan çeviriye dek geniş bir alanda düşülecek tuzaklara karşı uyarı aynı zamanda. Zor dersler. Batı’nın unutma diye bellediği olgu başka bir kültürün yaşamını olduğu gibi kapsayabilir, örnekleri sunuyor Augé. Ders ders gidelim, “Anımsama ve Unutma” nam ilk derste “sözcük” üzerinden bir kıyas yürüyor: kavim-merkezcilik kavimlere ait kavramları elmayla armut gibi ayırıyor, anlamsal karşılıkları yalıtarak Batı’nın kavramlarıyla farkını açığa çıkarıyor. Augé bunun çok da iyi bir yöntem olmadığını düşünüyor, başkaları belki bizden bambaşkalarıdır ama anlamlar kesişebilir, sözcüklerin taşıdıkları gibi. “Başkalarının düşüncelerindeki bu kışkırtıcı güç, doğrudan doğruya, sınırlar sorunuyla, her dilin gerçekliğe dayattığı anlamsal kesitlendirme sorunuyla bağlantılıdır.” (s. 11) Uçurum ne kadar büyük olursa olsun kesitleme, bölme, kapsama, ne zımbırtı varsa belli bir yapıya sahiptir, yapıların tokuşturulabilmesinin örneğini Mohave yerlilerinin rüyaları yaşamlarına dahil etme biçimlerinde buluruz. Bize göre rüya biter, Mohave yiğitlerine göre uyanıklık ile düş birbirinin devamıdır, çözünürlük değişse de yekpare bir yaşam algısı, kendi kavramlarımızı yeniden tanımlamamız gerekiyorsa tanımlarız ama anlarız bunu. “Unutma” ve “anımsama” bu açıdan deli zenginleşebilir, güncel anlamlarının yanında sembollere dönüşebilir, belleğin bileşenlerinden insanların belli bir tarihî olaya karşı tutumlarını gösterir. Dunkerque’in utanç olacağını düşünen Hitler’e kurtuluşu kutlayan İngiliz şoku. “Bir anlayışa göre, ölüm önümdedir ve bir gün ölmek zorunda olduğumu aklımdan çıkarmamam gerekir; diğer anlayışa göreyse, ölüm arkamdadır ve onu barındıran geçmişi aklımdan çıkarmamam gerekir.” (s. 16) İlki Hıristiyan, ikincisi pagan inancında mevcut, yan yana koyup değerlendirebiliriz. Kodlara göre insanların davranışlarını çıkarsayabiliriz, pratikteki karşılıklar bir şeyi unutmanın, hatırlamanın, ölüme ve yaşama dair düşüncelerimizin izlerini taşır, unutmanın özelindeyse anılar işin içine girer ve unutmanın, daha doğrusu neyi unuttuğumuzun kalıntılarıyla biçimlenir. Augé “çocuksulaştırılmış” adını verdiği anı türünün “eskitilmiş” olduğunu söyler, aslında diğer tüm anılarla birlikte yoğrulup silinmeye yüz tutan anı bütün dünyayı şimdiye hapseder. Kötü bir bellek -belleğin kötülüğünden kasıt, hikâyemizi çizgisel değil de tek bir noktaya indirgemek- en taze anıları bile bulanıkmış gibi gösterir, bunun yanında eski anıları yenileştirir, tek bir noktaya tıkar. Çocuksu anıların hikâyemize girmemesi makul, daha çok imgelerden oluştukları için çizgisel akışla dahil olmazlar, onları budarız ve esas anılara, anlatıya dönüşen anılara yer açmış oluruz. “İnsanın en eski anısının peşine düşmesi garip ve aldatıcı bir deneyimdir. Çünkü imgeleri, mümkünse bir kişinin yardımıyla tarihleme, yerleştirme, birbirine bağlama, kısacası onlardan bir anlatı oluşturma aşamalarından geçirmeksizin rastgele yakalamak bizi pek memnun etmeyecektir.” (s. 21) Anıların bir anlatının parçaları olarak kurulduğunu görüyoruz, yazarın alıntıladığı J.-B. Pontalis der ki psikanaliz bize sadece belleğimizi sorgulatır, oysa hikâyeleşenin başı sonu, hikâyeleşme biçimi önemlidir. Anılar birer perdedir, gizledikleri izleri saklarlar, bir kokuyu veya güneşin parıltısını görünmez kılarlar. “Belleksel iz” budur, kimliğimizden çok neliğimizi sorgulatır çünkü inşa edilen kimlik bu izleri belli bir kalıba sokmadan iş görmez. İzlerin unutma ve hatırlamayla bağlarını bir sonraki bölümde, Paul Ricœur’nün anlatı ve zamanla ilgili görüşlerine tıkıştırmanın amacı: “Zamanın kendisinden ziyade zamanın düzenlenmesi üzerinde duran bu düşünceler bütününden, bu dolaylı ve yararcı düşüncelerden, bugün, bir bilgelik, bir yaşama sanatı, yani bir ahlak anlamında yararlanabilir miyiz?” (s. 25) Gerçekliğin kurmaca/anı yanı bize bir cevap veriyor, önce Ricœur’ye uğrayacağız. Mimemis katmanlarının geçişli olabileceğini söylüyor Augé, kurmaca katmanının dışında da yaşamın sunduğu kurgusal, iç içe geçmiş hikâyelerimizin olduğunu ve simgeci bir çözümlemeyle, kurmaca ile gerçekliği ayrıştırabilecek bir mekanizmayla dahi bu yapının bileşenlerin gösterilemeyeceğini söylüyor, eylemin içinde öykülemeyi zorunlu kılacak bir zamansallık mevcut. Ne kadar nesnel olursak olalım kendi hikâyelerimizle birlikte başkalarınınkine de kurmaca muamelesi yaparız, “unutma” bu denklemde hikâyelerin anlatı haline getirilmesinde yer alır.
Kurmacayı “anlatı öncesi yapı” bilelim, etnolojik çalışmalarda işimize yarayacak. Ritüellerin ve mitlerin kurmaca olarak işlenmesi, “bakış açısının tekyanlılığı” nedeniyle başkalarının yaşamını yanlış bir çeviriyle okumamıza yol açar, biz bunu istemiyoruz. Bizim istediğimiz şey bireysel hikâyelerin ve kolektif başvuru noktalarının ilişkilerini belirlemektir, mesela dinlerin, mitlerin dönüşümüyle kurmacanın yükseldiği söylenir ama geçişkenliği de düşünmek lazım. Geride kalan hiçbir şey tamamen geride kalmamış, silinmemiştir, Yunanlar kurmaca olarak gördükleri trajedi, destan gibi türler aracılığıyla dinlerini çok daha fazla benimsemişlerdir Vernant’a göre. “Denilebilir ki, her din esas itibariyle anlatıya dayalı bir yaşama sahip olduğundan, ancak yapısını değiştirerek yeniden doğabilir. Yunan örneğinin bize gösterdiği gibi, din ancak mitin yerini hikâyeyle doldurduğu zaman gelişebilir; dinin gelişmesiyse, dini konu ya da çıkış noktası alarak onun çeşitli cephelerini ve özünü zamanla değişikliğe uğratan çok sayıda hikâyenin ortaya çıkmasına yol açar.” (s. 42) Kişisel hikâyelerin kurmacanın yerini alması da böylesi bir sürecin sonucu, her bir hikâyeyle grubun mit dağarcığı genişler, geçmiş bellekte tutulmuş olur, büyük anlatılarla küçük anlatılar arasında doğrudan bir bağ oluşur. Üç unutma biçimini üç metinle gösteren Augé bu anlatı akışını da iç içe geçirir, aslında iç içe geçirmediği şey yok gibidir. Neyse, geriye dönme şimdiki zamanla yakın geçmişin bulamacını ortadan kaldırarak uzak, kaybolmuş bir geçmişi yeniden bulmak demektir, böylece en eski geçmişle bir süreklilik sağlanır. Erteleme için şimdiyi yeniden bulma denebilir, değişme oyunuyla krallar soytarı, kadınlar erkek, bir şeyler bir şey olunca şimdinin anlamı genişler. Yeniden başlama olmakta olduğumuzdan çıkmak, henüz olmadığımızı değiştirmek anlamına gelir. Üçünde de şimdiden yayılan bilişin biçimlenmesidir mevzu, unutma çabasının yönelişidir, Odysseus değil de Penelope unutmaya daha ehildir. Neden, çünkü şimdiyi değiştirmeyi becermiş, bir başka öznelik edinebilmiştir, Odysseus ise tek bir duyguya -öfke- ve tek bir yaşama -ney?- odaklanınca geri dönüşünü salt bir dönüş olarak bellemiş, ötesini koyvermiştir. Monte Kristo Kontu da benzer bir ruh hali içindedir, kendisine yamuk yapanların peşinden gidebilmek için muazzam bir çaba göstermiş, intikamını takır takır alırken aşkı ıskalamıştır çünkü aklı başka yerdedir, başka yerin bulunduğu donuk, katı geçmiştedir. “Monte Kristo Kontu bir geçmişi unutup öbür geçmişi yakalamak gücünden yoksundur. Onu ele geçiren gücün esiridir. Ürkütücü bir etnolojik figürün, unutma’yı dışlayan ele geçirilmenin canlı örneğidir.” (s. 55) Nedir, Proust bu unutma’yı varmak için belleği şöyle sağlam bir silkeler, Can Toni Moni Herkel kim varsa ortaya saçar, şöyle iyice bir geri çekilip manzaraya bakar ve ne görüyorsa hazla yitirir. Unutma ve hatırlama eşzamanlı bir işleyişe sahiptir, Augé bu devinimi kabul törenlerindeki bütüncül anlayışa denkler: “Bellek ve unutma bütün bu figürlü durumlarda işin içindedir. Afrika ritlerinin ustaları, ölülerin vücudunu, fizyonomisini ve kişiliğini anımsayarak, onlara vurdukları işaretleri bir bebeğin vücudunda ya da bir yetişkinin davranışlarında yeniden yakalayabilirler.” (s. 64)
Halkların kardeşliği unutma biçimlerinde de ortaya çıkıyor. Augé sağlam yazmış yalnız, kafa istiyor anlaması.
Cevap yaz