Anlatıcı bulunduğu uzamın yapısını fark ettiğinde zihinsel haritası genişler, kocaman ünitelerin arasında küçücük bir kliniktedir aslında, doktorların koşuşturduğunu, üzgün hasta yakınlarının dolandığını görür. Ne zamandır yanık merkezinde yattığını bilmez başlarda, tedavi sürecinin ilerleyen bölümlerinde kendine gelir, etrafı gözlemlemeye başlar. Doğuda bir yerlerden gelen, ayakları donduğu için kesilmiş, temiz yüzlü delikanlı, ara sıra tekerlekli sandalyesiyle geçiyor, kanser tedavisi gören on iki yaşında bir çocuk görünüyor bazen, okaliptuslar etrafta, karışık bir manzara. Ağlamak yasak, anlatıcı onca insanın çektiği acıya ortak olduğunun farkında ama kendini tutuyor, en az kendisi kadar yaralı, hastanede uzun süre kalması gereken eşine sedyelerde götürülenlerin ölü olup olmadıklarını soruyor. Hayır, ölü değiller. “Eşim yeniden yatağına uzanıyor, gözlerini kapatıyordu. Kusursuz bir akıl adamı. Gerçekliği sızıldanmadan kabullenmede üstüne yoktu. Oysa ben inadına oturmaya çalışıyor, kaçırdığım bütün görüntüleri, sonradan nasıl olsa unutacağımı bilmeden, yakalamak istiyordum.” (s. 56) Televizyon getiriyorlar odaya, anlatıcının eşi görevlilere yayın yasağının bitip bitmediğini soruyor. Parçalar birleşiyor, gerideki hikâyeyi bilince soluk aldırmıyor anlatıcının soğukkanlılığı. Bilincini sık sık yitirmesi de var tabii, hafıza kaybı: bacaklarının neden sargılı olduğunu hatırlamıyor, maskeli insanların derisini parça parça neden yüzdüğünü anlamıyor, neden orada olduklarını hiç anlamıyor zaten. O çocuk var anlaşılacak, arada meyve suyu getiriyor, Güneydoğu’nun sesini duyuruyor konuşmalarıyla. Bir zamanlar anlatıcı da çocuğun geldiği yerde yaşamış, tanıyor dilin o büklümlerini, coğrafyanın başka türlü acılarını da çekmiş, hatırlıyor. Devlet hastanesinin yanındaki evinin balkonundan katır sırtında getirilen yaralıları, hastaları görürmüş, vefat edenlerin etrafındaki kadınlar şivan koparırken erkekler başka yere bakarlarmış, bir çocuk için ne anlama gelir bunlar? Selçuk Bey, doktor o çocuğu yaşatmış, vücudunun yüzde bilmem kaçı yanmış da mucize eseri ayaktaymış çocuk, bir de yaşamaya düşkünlüğünden. Renk renk kumaşlarla örtülü küçük bir beden, ortalıkta dolanıp mutluluk saçıyor resmen. Zaman geçiyor, çocuk taburcu ediliyor, bizimkiler ameliyatlara girip yeni sargılarla yatırılıyorlar yataklarına, ıstırap dolu zamanlar çocuk da gidince. Telefonlar geliyor ama, özlediğini söylüyor çocuk, keşke yanlarında olsa. Son aradığında konuşamıyorlar, anlatıcıyla eşi yeni yatırılmışlar, uzaktan uzağa selam söylüyorlar ama çocuk seslerini duymak istiyor. Haykırıyorlar koridora, telefona doğru, duyurabilirlerse. Ağlama yasağı devam ediyor, yanıklar için iyi değil gözyaşı ama tutamamışlar, şöyle bir siliveriyorlar gözlerini. Öykü bitiyor, hastanede yanaşılan insan sıcaklığını usul usul işlemesinin ardındaki hikâyeyi bilmeli: öykünün sonunda “2 Temmuz 1993-20 Aralık 1993” ibaresi var, Ankara’da yazılmış. Şurada anlatılıyor Lütfiye Aydın’la eşi Cafer Can Aydın’ın yaşadıkları, buraya alamadım çünkü olayların sayımdökümü olmaktan öteye gitmeyecek, bir tek otelin hava boşluğuna atladıkları ve öldü zannedilen Lütfiye Aydın’ın morgda ayağına kalem batırıldığı anları canlandırdım zihnimde, dehşet sözcüğe gelmiyor. Şu söylenebilir belki, ancak bu kadar uzaktan, sezdirerek, sırf o boşluğu çevrelemeye çalışarak anlatılabilirdi bu hikâye.
Aydın’ın öyküleri karakterlerin hüzünlü geçmişlerini kurma biçimlerine bakarak incelense zengin bir buluş listesi çıkar ortaya, zaman kaçırılmamıştır da belli bir mesafeden bakınca daha iyi incelenmek üzere parçalara ayrılmıştır sanki, sözcüklere ve nesnelere dağılmıştır, karakterler kendi bilişlerince geometrik şekillere sığdırmışlardır olup bitenleri sanki. Şiirin dikdörtgenliği diyelim, “Ölüm Erken Bir Akşamdır”da anlatıcının üzerinde durduğu meseledir matematiğiyle birlikte. Ölü bir şair, anlatıcının elinde eşinin, şairin son şiiri, belki sözcüklerden hatta harflerden bir hesaplaşma çıkacak. Fakültedeyken okurmuş şiirlerini, hayran olmuş, sonra eşi olmuş Ziya Bey’in de sevgisizlikten bir türlü açamamış anlatıcı, içindekileri dökememiş, üstelik sevdiği adamı başka kadınlarla paylaşmak zorunda kalmış. Görücü usulü evlenmişler, Ziya’nın başından bir evlilik, onlarca kadın geçmiş ama erkeğin şanındanmış onlar, anlatıcı sevdiği adamla evlenmekten korkmamış, sonrasında diplomasını bir kenara koyup ev işleriyle ilgilenmiş, çamaşırlarla boğuşurken eşinin nerede olduğunu hiç sormamış, bir yüceliğin boklu donlarını yıkamaktan erinmemiş. Böyle anlatmıyor tabii, buruk bir özlem var tonunda, kızgınlık, acı, bu yüzden şiir üzerinden son bir veda onunki. Şiir “ölüm”le başladığı için her bir harfe ayrı ayrı odaklanıyor anlatıcı, “ö”nün çağrıştırdıkları arasında babanın öfkeli bakışları ve Ziya’nın sevgiyle parlayan gözleri var ama o parıltılar anlatıcı için değil, saat çiçekleri, sardunyalar, sincaplar, kamalar ve suluboya resimler için. “L” anlatıcının ağabeyinin gönyesi, dik açının bir yerinde kalmış anlatıcının hatırladığı, bir de temizlenmesi gereken L salonda. “Ü” için başka anılar, “m” için yine hafıza gezintisi, şiirin geri kalanında kusmuk temizlemek, başka kadınların kokularına boğulmak, kaynananın bağırtılarını sineye çekmek var, acı. “Şimdi bahçedeki çiçekler de yok, kurudu hepsi. Sincapların öldü. Resimlerin başkalarının evinde. En garibi, artık aruzla şiirler yazılmıyor. Kadınlar da susmuyor. Benim yanlışım susmaktı; seninki modası geçmiş şiirler yazmak.” (s. 85) Sakinlik diyeceğim, duygunun şiddetine rağmen durgundur karakterler, anlatmaktan başka çarelerinin olmadığının farkındadırlar ve geçmişin kırıklarına ne öfkeyle yaklaşırlar ne de kırıklar oluşurken öfkelenmişlerdir, daha doğrusu hissettikleri açıktan verilmez de eğretilemelerle veya kapatılarak yansıtılır. Biliriz, bilir miyiz, sözcüğe gelmemek işte, yoğunluk arttıkça sözcükler taşıyamaz olur yaşantıyı, değinilerle geçilir ama geçilemez aslında, yükten küçük parçalar koparılır anca. Hissediliyor anlatıcının soluklarında, derin ve yavaş. “Tükenmeyen” iyi bir örnek, duruşma salonunun kalabalığını göstererek açılan öyküde anlatıcıyla babasının adalet arayışı var ama merkezde değil bu arayış, anlatıcının kardeşi Selçuk’un “fikir anlaşmazlıkları” yüzünden yakınınca öldürülmesinin sonrası mesele. Mahkemede epey tanış yüz var, beceriksizce söylenen laflar, baş sağlığı, dile gelemeyen üzüntü, her şeyin ardında gerçekten düşünülenlerin açığa çıkamaması, tansiyon yüksek ama anlatıcı dalgalanmıyor, belki anlık çıkışlar beklenebilirdi yaşadıklarından ötürü, belki beklenemezdi ama sütliman. Anne ortada yok, her şeyi baştan yaşamak zorunda kalmasın diye getirmemişler adliyeye, Selçuk’un her gün baştan ölmesini istememişler. Küçük yer, herkes tanıdık zaten, katilin babası Hüseyin Efendi hademe olarak çalıştığı okuldan hatırlar belki Selçuk’u. “Bir kez de sınıfın camını kırmıştı. Hüseyin Efendi nasıl da kovalamıştı onu… Kovaladığı çocukla yaşıt oğlunun da büyüyünce bir gün onu kovalayıp kıstıracağını hiç düşünmüş müydü? Oğlunun yıllar sonra çektiği tetiğe hedef olan çocuğun o olduğunu şimdi biliyor muydu ki?” (s. 88) Duruşma erteleniyor, baba oğul sokaklarda dolanmaya başlıyorlar. Selçuk’un izdüşümleri: vurulduğu kapının sokağında oynar mıydı, nerelerde içerdi sigarasını, sigara içer miydi, babası bir iftira yüzünden Selçuk’a tokat attığında nereye gitmişti oğlan, tokadı boşa attığını hatırlıyor baba da pişmanlığını dile getiriyor, eli kırılaydı da… Avutmaya kalkmıyor anlatıcı, yararı yok, mahalleyi baştan yaratıp Selçuk’u konumlandırmaya çalışıyor bir yere. Hafızaya da. Baba fenalaşıyor en sonunda, geçmiş ağır geliyor da kalbini tutup yığılıyor, taksiye atlayıp Selçuk’un öldüğü güne gidiyorlar. Tıbbın dördüncü sınıfında geçen yıl, kızgın bir yaz öğlesinde vurulduğuna göre tatil başladı veya başlayacak, mahallenin kamplara ayrılmış gençleri arasında nasıl bir tartışma çıktıysa, hademenin oğluyla ne yaşadıysa artık, sığındığı kapının önünde defalarca vurulan Selçuk yere yığılıyor, ölüsünü aldıkları hastaneye gidiyorlar şimdi babayı kurtarmak için. Taksici içeri kadar giriyor, yanındaki yolcu -o zamanın taksisi- tasalanmamalarını söylüyor, ellerinden geleni yapacaklar. Koşup sedye getirdiklerinde gözleri doluyor anlatıcının, kolaya kaçan bir son ama o duyarlılığı göstermek de önemli ya, bir kez olsun.
Lütfiye Aydın’ın öykülerini tekrar basmak lazım.
Cevap yaz