Ailenin üyeleriyle tanıştırıldığımız sahne Tosun Paşa‘nın girişini anımsatıyor, Brian Kilmartin sabahın rutin işlerine koştuğu çocukları ve torunlarıyla anlatının merkezindeki kadroyu oluştururken göğü yararcasına çakan şimşekler bariz bir mesaj taşıyor: kısa süre sonra herkes ayvayı yiyecek. 1840’lı yıllar, İrlanda kırsalı, yoksulluk zaten köylülerin belini bükmüşken felaketler sıralanmış geliyor, varacak yakında. Brian’ın eşi Maggie zar zor kalkıyor yataktan, fırtınanın Vadi’ye uğursuzluk getireceğini söylediği an ailenin kaderini tayin ediyor. Yakılan ocak, kışkışlanan tavuklar, çapalanan toprak ve diğer uğraşlar çiftçilikle geçinen bir ailenin pratiklerini detaylarıyla gösteriyor, evin toprak zeminiyle geniş patates kapları üzerinden, nesneler vasıtasıyla anlayabiliriz ki Kilmartin’ler birkaç kefe patates toplasa, arada sırada birkaç hayvan satsa veya kesip yese, toprağa da bir döşek atabilse dünyanın en mutlu ailesidir. Hırssız insanlar, sadece yaşamaya bakıyorlar, bir de en küçükleri Michael’ı hastalıktan kurtarsalar yeter. Beş çocuk ölüp gitmiş o öksürük yüzünden, altıncısı da ölmesin diye ne kadar yiyecek varsa Michael’ın tabağına konuyor önce, çocuk gücünü kuvvetini toplasın diye diğerlerinin boğazından kesiliyor. İşler kötüye gitmeye başladığında çocuğun ölmesiyle derin bir nefes alıp pişman olacaklar, kardeşlerinin ölümüne sevinenler cehennemliktir ama daha geç gideceklerdir artık oraya, onca güzel yiyecek heba olmayacaktır. Mary Gleeson, Martin’in eşi biraz hor görülür, dokumacının kızını ailesine yakıştıramayan Brian şefkat göstermez ama aralarında en vefalısı, güçlüsü Mary çıkacaktır. Gururludur, ailesine laf söyletmediği gibi laf söyleyenleri zor duruma düştüklerinde kucaklayacak kadar da yüce gönüllüdür, kindar değildir. İnsanlar patır patır ölmeye başladıklarında kalanları çatısı altında toplar, bulabildiği malzemelerden yemekler yapar, bulamadığında gidip kıyafetlerini satarak yiyecek bir şeyler alır da hayatta tutmaya çalışır sevdiklerini. Kayınpederi Brian’ın hayır duasını alabildiği zaman birbirlerini son kez gördüklerini bilirler, ihtiyar nihayet anlamıştır gelininin kıymetini, ocağın üzerinden tırnaklarıyla söktüğü kil parçasını emanet eder ki Mary bir süre sonra kavuşacağı Martin’e yeni yuvaları için temel taşı verebilsin. Çok mu karışık oldu böyle, karışır, hikâye ve karakter çok, kıtlık zamanında hangi sınıfın, hangi kodamanın, hangi yoksulun ne yaptığını anlatabilmek için çap çok geniş çizilmiş, zaman çizgisi uzun, gizleri açığa çıkarmayıp belli noktalara değinerek bakayım bir.
Amerika bir fırsat olarak uzanıyor uzaklarda, bilet parasını uydurabilen kapağı atıyor ama ata topraklarını bırakmaya niyeti olan pek az insan var. Başlarda en azından, işler çığırından çıktıkça insanları canavar gibi yutmaya hazırlanan memleket göze güzel görünüyor. İki açıdan, hem sunduğu fırsatlarla ihya ediyor hem de İrlanda’nın kıtlıktan, salgın hastalıklardan kurtulması için potansiyel kaynakları sunuyor, feodal beylere karşı örgütlenenlerin bir umudu oraya yolladıkları insanların mücadeleyi öyle veya böyle sürdürüp İngiltere’nin elini zayıflatmaları. Kurtarıcı yine piyasada, kıtlığın başlarında pek bir etkisini görmüyoruz gerçi. Yolladığı mısır karın doyurmamasının yanında satışa çıkarılıyor, aslında yardım olarak gönderilen her kaynağın iç edilmesi, ardından satışa sunulması sadece İngilizlerin ticari hırsına bağlanmamalı, Amerika yolladıklarının seyriyle ilgilenmiyor. Yanlış bilgilendirme, tüccarların korunması, yiyeceklerin depolarda çürümeye bırakılması gösteriyor ki İrlandalılar isyan çıkarma gücünden yoksun kalana kadar açlıkla sınanacak, binlerce ölecek, ağacı çalısı bol vadilerde çorak topraktan başka hiçbir şey bırakmayacak. “Bu mevsimde bu ıssız boşluğu biraz olsun aydınlatan yeşil patates bahçeleri bile kapkara kesilmişti. Sanki bir devler ordusu, yeryüzünün bereketli yüzeyini, meyve yüklü toprağını, güzelliğini alıp götürmüş, geride yalnızca kurumuş bağırsakları ve sıyrılmış kemikleri bırakmıştı. Bir de yeryüzünde ezdikleri iri kaya parçalarını.” (s. 293) Aristokratı ayrı, burjuvası ayrı dümencidir, halk düşmanları korku içinde yaşamalarına rağmen giderek zayıflayan bedenlerden, dökülen dişlerden umutlanırlar, polis de yanlarında olduğu için suyun kaynadığını görmezler. Aristokrat kumar borcundan bunaldığı sırada kıtlık patladığı için iyice zor duruma düşer, tarlalarındaki bitkilerin çürüyüp leş gibi kokmasına aldırmadan çiftçilerin borçlarını mallara el koyarak tahsil etmeye başladığında geri dönülemez noktayı geçer, karşısında utançla boynunu eğen borçlular değil de kızgın kalabalıklar vardır artık. Cins atlarını satmış, topladığı malları da okutmuştur ama burjuvaya borcunu ödemek aklına gelmemiştir, katakulliyle burjuvanın doktor oğlunu yanında alıkoymaya, kendine bağımlı kılmaya çalışsa da başarılı olamaz, doktorda topluluk bilinci gelişir nihayet, elinden geldiğince iyilik yapmaya çalışırken aristokrat ters yöne gider ve kaçınılmaz sonla karşılaşır. Dalkavukları batan gemiyi terk eden fareler gibi, yok, yani gemiye binip Amerika’ya giderler, bazıları Liverpool’a uzar, olan yaşlı osuruğa olur. Burjuva tam soyguncudur, Amerika’dan gelen mısırları çok ucuza kapatıp hayvan gibi pahalıya satar, depolarını koruması için polislerle işbirliği yapar, İngiltere’nin sunduğu yardım paketi iptal edilince elindeki malların üzerine oturup ağlamaya başlar. Doktor oğlundan da sağlam papara yer o ara, onun da kaçmaktan başka çaresi kalmaz. Para musluğu kapanınca zorla bastırılan panik serbest kalır, yağmalamalar başlar, insanlar çocuklarını yaşatabilmek için her şeyi yaparlar. Martin’in kaçışı o dönem, aristokratı hacamat ettikten sonra. Burjuvanın başına bir şey gelmiyor ne yazık ki, oğlunun paparasını hemen hiç önemsemiyor. Rahiplerden beddua almışlığı var, yoksullar kapıya dayandığında bir parça mısır vermediği için. Depolar dolu. Mary bir şey bulduğu zaman hemen paylaşıyor oysa, babasız kalan aileleri besliyor, çocukları besliyor, üstelik aristokratın elinden kız kardeşini de kurtarmıştı. Mücadeleci karakter. Sadık. Aristokratın teklifini reddediyor, ölüm pahasına.
Fırtınadan sonra yavaş yavaş yükselen bir dalga var, çürümenin başladığı topraklar uzaklarda olduğu için önce söylentiler ulaşıyor köylere, sonra tek tük çürüklerle karşılaşıyorlar, ardından bütün tarlaların beneklerle kaplı olduğunu görüyorlar. Bir sabah bütün geleceğini kaybeden insanların korkusunu diyaloglarla veriyor O’Flaherty, karakterler hastalığa karşı çözüm yollarını tartışırlarken tanrıya dua ediyorlar, bağırıyorlar, kızıyorlar, duygular şelale. Ölmek üzere olanlar depolara saldırmıyorlar çünkü yüce İngiltere elbet kurtaracak onları, eşkıyalığın lüzumu yok. Raporlar çoktan gönderildi, halkın ne durumda olduğu anlatıldı ama Kilmartin’leri ziyarete gelen Quaker gezginler açlıktan ölmedikleri için ailenin durumunu iyi gördüğüne göre halk iyi veya kötü yaşıyor, bedava gıda dağıtılmalı mı? Dinî referanslar, siyasi eleştiriler çok, Protestanlarla Katolikler arasındaki çatışma kıtlığa yaklaşımlarıyla ortaya çıkıyor, siyaset cephesinde zaten yeni bir şey yok: %5 faizle verilen kredi kamuya, altyapı çalışmalarına gidecek, tarıma hiçbir şekilde destek yok. Çürüme hızla yayılırken aç karnına yol yapmaya başlıyor köylüler, yüzlerin arasından seçilen birkaç kişi. Açlıktan ölmüyorlarsa sorun yok, durumları iyi, ölüyorlarsa da artık ölü oldukları için durumları iyi. Yol polisler için şık yürünecek bir yenilik sadece, diğer yanda Martin ve arkadaşları patikalardan, dağ yollarından kaçıyorlar ki yollara, coplara alışan polisler peşlerinden gelemesin. Dağlarda özgürlük hâlâ var, köylerse bomboş.
Byatt’ta rastladığım efsaneye burada da rastladım, o diyarların genel öcüsü herhalde: güneşin batışına yakın dağlarda tepelerde gezinen topluluk. Yolunu kaybetmişler değil sadece, bir başına dolaşanlar da görürler. Hava kararmaya başlayınca anlaşılmayan sesler çıkaran bu topluluk, insanı çağırır, uyutabilirse bilinmeyene doğru götürür. İrlanda’nın tamamı bu topluluğa dönüşmüş zamanında, dört beş karakter katılmıyor bu dalgaya, o kadar. Sert roman, pastoral, lirik. Tavsiye ederim.
Cevap yaz