“Koridor ve Kapı”da, aslında Alver’in çoğu öyküsünde karşılaşacaklarımız: dem, kent, İstanbul, taşra, akademi, esnaf. İlk öykü en alımlısı, haliyle başa konmuş. Türkülerden deva devşiriyor anlatıcı, toprak yolda tembelliğini yüzüne vuran karınca coşkusuyla geçiyor, mahalle fırınında kınalı ellerin pişirdiği ekmek kokusunun farkında. Akademik çalışmalarını, alana katkısını az çok biliyorum Alver’in, kurmaca görgüsünün sırf afili anlatımdan ibaret olmadığını umarak devam ediyorum, bağdaştırdıklarımın ilişkisini düşünüyorum. Kentin keşmekeşinden kurtulan anlatıcı Ateş Amca’nın nur yüzüyle karşılaşıyor, hemen az şekerli kahve ve bir bardak su, ortam ulvi ve son derece sıkıcı. Birileri gelecek masaya, muhabbet çağlayanını şor şor çağlatacaklar, mesela Üzeyir bir yiğidin emin duruşuyla, mesela Resul şiirlerine bulandırdığı Şemsipaşa kokusuyla, bilmem kim gül kurusuyla örtülü kaftanıyla falan. Çaylar buharını etrafa salıyor, konuklar harf harf, hece hece hikâye yüklenmişler. Bizimkinde İbrahim Celâl var, hoca, yol yordam göstermiş, bilginin imbiğinden geçen katreleri bam güm akıtmış zihinlere, bir şeyler. Fakültenin kara koridoru nurla dolmuş, münevver hoca yaşamı renklere boğmuş, hû demiş anlatıcı. Ateş Amca orada söylenenleri üç nüsha yaparak üç zarfa koymuş, biri Hece‘ye gidecek, biri bir şey, Karahisar Kalesi’nin eteklerine yapışmış kente yürümüşler sonra. Yaşam parçası. Yaşam mı bilinmez, edebî ataklardan anlamıyorum tam olarak ne yaşandığını, sadece lirizmin gözüme girmemesi için çabalıyorum. “İstanbul”da anlatıcının yaşadığı evin misafir odasına asılan tablo var, anlatıcı köprüye, arabalara ve yüksek binalara bakıyor, babasına orasının Erzurum olup olmadığını soruyor. Hayır, anlatıcının büyüyünce okuyacağı şehir orası. Babası o günden sonra İstanbul’dan başka bir şey anlatmıyor, sandıktan onlarca fotoğraf çıkarıp gösteriyor, anlatıcı nereyi gördüyse oraya gittiğini hayal ediyor. Örnek: “Ayasofya’da fethin nişanesi ilk Cuma namazına cemaat oldum: sağımda Akşemseddin, solumda Kara Şemseddin…” (s. 14) Mekânlar sıralı, çiçekler, arnavut kaldırımları, teravih namazları, güzel sesli hafızlar, Beyoğlu’nda aktörler, aktrisler, Kapalıçarşı’nın süsleri. Arkadaşlarını çağırıyor anlatıcı, onlara da gösteriyor, birlikte Tokatlıyan’a, Lebon’a, Kağıthane’ye gidiyorlar. Hiç görmediği bir yeri özlüyor, kuruyor, bozup tekrar kuruyor, anlatıcı bir arzuhalcinin önüne oturup bol imgeli, duygulu bir metin yazdırıyor, italik. Hisli. “Saklı Yara İnce Sızı” bir akademisyenin iç yüzüyle dış yüzü arasındaki mesafe yüzünden çektiği acıdır. Odasına kapanan karakter camdan bakıyor, gitar çalan öğrenciyi, hademeleri, belediye otobüslerini, AVM inşaatını görüyor. Yalnız, huzursuz biri, derse gideceği için gergin. Gençlerin karşısına çıktığında yanlış anladıklarını düşünüyor, hepsi yanlış anladı, aslında düşündükleri gibi biri değil. Aşırı sevilen, korkulan biri ama içi pamuk gibi, ne ki başka türlü düşünüyor öğrenciler. “Fena halde yanıldılar, çünkü görmek istedikleri gibi bir hoca kurguladılar. Yaptırımlarıyla, notlarıyla ve sert bakışlarıyla bir iktidar öznesi gibi belledikleri hocaya hep bu etiketi reva gördüler.” (s. 22) Aslını anlatırken tam da neden öyle görüldüğünü üstü kapalı şekilde dile getirmiş oluyor aslında, cesaretsizliği yüzünden öfkelendiğini söylüyor zira intihalin dibine vuran, gammazlık yapan, iş arkadaşlarının görevden uzaklaştırılmalarına neden olan insanlara ses çıkarmamış hoca, başına bir iş gelir diye kılını kıpırdatmamış, her söylenene boyun eğmiş, her yanlışı kabullenmiş, belki benimsemiş, haliyle müesses nizamın kusursuz bir neferi haline gelmiş. Gelmiş de öğrencilere aslında öyle biri olmadığını söylemek istiyor tam da öyle biriyken, öyle biriliğinin farkında değil. “Ama konuşamazdı, söyleyemezdi. İkiz kuleler gibi yerle bir olacağından korktu. İtiraf cümleleri kuleleri alaşağı eden iki uçak mı olurdu yoksa? Yıllardır kurduğu düzen yıkılır, sözde karizma çizilirdi.” (s. 26) Sıradan bir hoca sıradanlığını anlatıyor, hikâye bu. Geri kalanlar bahse değer değil ama hocanın verdiği önemi düşününce, eh, “Yüzündür Cihanı Münevver Eden”de anlatıcı derin bir aşkı kuruyor, derinleştirdikçe derinleştiriyor. Muhatabı orada, gömleğinde nergis var, göğsünde kitaplar, koca çınarların serinliği ve yüz okşayan güneşin sıcaklığında. Kör labirentlerden çıkarır, nehirleri coşturur, öylesi güzellik. Anlatıcı hattat, muhatabı anlatıcının bütün maharetini gösterdiği yazısının şereflendirdiği harf. “Ben bir küheylan süvarisi, sen bekçilerin ve askerlerin, casusların ve kâhyaların, dadıların ve hizmetkârların gözlerini dört açıp gezindikleri saraydan kaçırdığım yâr.” (s. 30) Bir el koyma, ast-üst ilişkisi kurma olayı var, öyküye yayılmış, türlü biçimlerde karşılaşıyoruz. Kimsenin kimseye el koymadığı bir aşkı düşünüyorum, bu aşkla en son hangi metinde karşılaştığımı düşünüyorum. Pascal Quignard, Amerikan İşgali. Önümde duruyor. Neyse, “Tünel Düşleri” onca öyküde hiç değişmeyen anlatıcının yol hikâyesi. Yağmur yağacaksa ıslanacak anlatıcı, otobüs bir türlü gelmiyor, otogardan yeni çıkmış olsa gerek. Muavin hemen kalkacağını söylemiştir, yolcular inanmamıştır, artık ne olduysa, tekil hayal gücünün zayıflığı. Geldi araç, anlatıcı bindi, yoldan geçen araçlara bakıp sınıfsallığa dair örtük fikirler sunuyor. Ekonomi nanay, ithal bakan getiren çokbiliryöneticiler elbet çözecekler sorunu ama halkın beklemeye mecali yok, o zaman önüne gelen herkese neolacakbumemleketinhali çeksin anlatıcı. Biri sorsun, talebelerine anlatır gibi anlatsın adamımız, karşısındaki anlamayıp yani ne olacağını sorsun, eğitimle insan arasındaki uçurum belirsin. Sonra amfide öğrencilerine sorsun bu kez, anlatıcı o gençlerin vereceği cevaplara güvensin, bir de onlar konuşsunlar. Orta karar öykü, üç etti, daha da yok çünkü izlenimlerden, bir iki yüzeysel iletişim örneğinden ötesini göremiyoruz. “Gri” mesela, anlatıcı üniversiteden çıkıyor Beyazıt Meydanı’na bakıp kavgaları gürültüleri hatırlıyor. Oraları anlatan en iyi metin bence Patlayıcı Olarak Selülozun Bağlamı, Sedat Abi’yi tanıdığımdan da diyorum, kafada evirip çevirip pürüzlerini almaktan kendini alamamış, zor yazmıştır metni ama bir yazmıştır, öyle böyle yazmamıştır. Evet, seyre bakalım: “Bu parke taşlı meydan; bitimsiz özlemleri taşıyan kucağı, umut kadar sıcak acı kadar sarsıcı güvercinleri, kutlu ezanı dinleye dinleye ağırlaşan çınarlarıyla bu meydan, yüreğimin en nadide köşesine kuruluyor. Onlara tutunmanın coşkusuyla Sahaflar Çarşısı’ndan geçip otobüs durağına varıyorum.” (s. 43) Pek güzel. Güvercinlerin akkor gülabdanların yaydığı şavk kadar pestenkerani olduğunu unutmayalım öyküyü okurken, bir yerinde işimize yarayabilir. Kadıköy vapurunda martılar çıkacaktır piyasaya, onlar da kırk gün kırk gece düğün tellalıdır. Her şey her an tuhaf bir şeye dönüşebilir bu öykülerde, dikkatli olmalı. Martılar çok mahir, simit parçalarını hemen kapıp anlatıcıyı şaşırtıyor, anlatıcı simidinin yarısını verdiği çocuğun attıklarının da kapıldığını görünce martılardan yana sıkıntısının olmadığını anlıyor herhalde, Haldun Taner’in önüne geliyor. Ayakkabı boyacıları var, hemen birinin önünde duruyor ve ayakkabısını uzatıyor. Gri boyadan başka boya yok ayakkabıcıda, sorun değil, siyahı griye boyasa da olur. Çok güzel manzaralar bunlar, gerçekten hisleniyorum ve 2005’in Mart’ını hatırlıyorum. Barlar Sokağı’nda sabahın körü, hafta sonu olduğu için kimseler yok, çalacağım mekânın açılmasını bekliyorum. Ara sokaktan bir boyacı çıkıyor, eyvah diyorum, boyacı bana doğru geliyor, eyvah diyorum, tam önümde durduğu zaman hiçbir şey diyemiyorum. Amfim var, gitarım var, kaçamam. On dakika konuşuyor, he he diyorum, “Belanı sikerim senin şu ayakkabılarını uzat,” dediğinde hiçbir şey diyemiyorum. Sinirim bozuluyor, gülmeye başlıyorum, “Senin gibi zenginlerin ta amına koyim,” diyor ve gidiyor. Kısacası Alver bir nevi damıtılmış yaşantılara yer veriyor öykülere, iyice demlenmiş, suyunu çekmiş, akça pakça pilavlar gibi anlatıyor. Abdest alan pak insanların mülezzez itikatları gibi anlatıyor. Şadırvanlardan akan kayranın müşerref neşideleri gibi anlatıyor.
Cevap yaz