Bugünün çoğu öyküsünü cebinden çıkaracak öyküler, çıkaramayacak olanlarının da pek aşağı kalır yanı yok. Kurt’un öyküleri kaybolup gitmemeliydi ama gitti, harala güreleye yüz vermeyince silinip giden çoğu yazar gibi adı bilinmiyor, tek öykü kitabı hakkında hiçbir yazı yok hatta Goodreads’e girişi bile yapılmamış kitabın, sahaf raflarının tozuna bulanmış da bekler okurunu. Öyle bir yalnızlık bunlarınki. Ümit Ünal’ın Aşkın Alfabesi nam kitabını da o halde bulmuştum, Beyoğlu’nda bir sahafın yerden tavana uzanan raflarının sakladıklarını keşfederken gözüme çarpmıştı. En alttaki yığının tepesine sıkışmış, kaç zamandır duruyor öyle. Bu kitapların internetten satışı da olmaz, sahaflar yüz vermezler bunlara, zul gelir bilgilerini sisteme girmek. Gelen bulsun işte, gelen deli arasın da bulsun, deliden başkası gelmez diye düşünürler mi? Televizyonun kumandasını elime almıyorum da sahaf geziyorum, olur öyle. Deliysek böylesiyiz, razıyız, ne diyeyim. Neyse, Kemal Kurt. 1947 Çorlu doğumlu. ODTÜ mezunu, Miami’de de okumuş, 1983’te Berlin Teknik Üniversitesi’nde doktora yapmış. Alman Yazarlar Birliği üyesi, Almanca öykü ve şiir kitapları yayımlanmış ama yine Goodreads’e bakınca pek de kıymet verilmemiş anlaşıldığı kadarıyla, kitapların boynu bükük. Öykülere gelince, “Sınır Kapısında Vukuat Yok”la başlıyor şenlik. Selim ve Şükrü iki arkadaş, sınırı geçecekler. Yol yorgunluğu baskın, Selim arka koltukta uyuyor, eli kolu uyuşmuş. Avusturya’yı geçmişler, diyalogdan biliyoruz ki orta karar bir diyalog, resmî, yavan biraz. Selim arkadaşına çıkışıyor uyandırmadığı için, Şükrü telaşlanacak bir şeyi olup olmadığını soruyor Selim’e. Kâğıtlar tam, sorun çıkmaz ama çıkar, Türkler sınırlardan geçip Almanya’ya girecekler, o zamanlar iş gücüne doyan ülkede Türklerin memleketlerine dönmesini bekleyen çok. Arabayla gitmeleri iyi olmuş mesela, önceki yaz Doğu Berlin’den kalkan uçağa binip inmek on saat sürüyormuş. Doğu’da pasaport, Batı’da pasaport ve gümrük kontrolü. Yine iyi, okuru pek sıkmayan konuşmalarla anlıyoruz mevzuyu, gerçeküstü olaylar sıralanmadan az önce. Sınır kontrolünde Selim’i çekiyorlar, neon lambalarla aydınlatılmış bir binaya sokuyorlar. Seyirciler alkışlıyor, kıyamet kopuyor adeta. Smokinli sunucu Selim’i takdim ediyor. Valiz kontrol, memleketten neler getirmiş olabilir? Deniz suyu getirmiş, Karadeniz sahilinden andaç. Hemen tutanağa geçiyor, kır kokusu da geçiyor ama gece bütün işi bozuyor. Her yer karanlık, Selim’i uyarıyorlar, memleketinin gecesini valize sokmalı. Son geceyi tutmuş getirmiş Selim, özleyeceğini bildiği için yıldızlarıyla birlikte gökyüzünü tıkıştırmış suyunun, kokusunun yanına. Neden geri döndüğünü açıklamak zorunda, yirmi yıldan sonra temelli dönmeye niyetlenmiş ama biriktirdiği para yetmemiş yeni bir yaşam kurmaya, her şey çok pahalanmış, köyün adetleri de sıkmış adamı, memleketi artık Seyitören değil de Berlin’miş. Açıklama kabul ediliyor, alkışlarla uğurluyorlar adamı. Şükrü arabada bekliyor, ne olduğunu soruyor, o sırada polis Şükrü’yü çağırıyor, sıra onda, böyle bitiyor öykü. Paşa keyfime göre bu çok iyi bir öykü, çok iyi bir tanecik öyküsü olan her kitabı okumaya değer bulduğum için tavsiye ediyorum bu kitabı. Aralarda birkaç öykü vasat, onun dışında en az bunun kadar iyi öyküler de var. “Gece” mesela, kısa cümleler ve paragraflar. Anlatıcı “sen”i anlatıyor, “biz” diyelim, sıcak bir yaz gecesinde oturmuş sigara içiyoruz, canımız sıkılıyor. Arabaya atlayıp gidiyoruz, sokaklar bomboş. “Usulca ucu kırılmış bir gama ışınının” yanından geçiyoruz, ışıklarının bir kısmı sönmüş büyük bir mağazanın önünde durup vitrine bakıyoruz, sergilenen ürünlerden bazılarını alırız belki bir gün, yaşamak güzel. Arabayı keyifle sürmeye devam ediyoruz, “solda kırık bir kalbin, sağda incinmiş bir ruhun” yanından geçiyoruz, hassasız, dikkatliyiz. Bunları çiğnemek kanunen yasak değilmiş ama hoş bir şey de sayılmazmış, oysa arabayla ezilen her şeyi korumak için kanunlar çıkarılmalı, anlatıcının neyden bahsettiğini bilemiyoruz ama biz yine hiçbir şeyi ezmeyelim. Ertesi gün Zuhal gelecekmiş bu arada, arabaya çok yakışacakmış, Zuhal hani şu kız. Hangi? Geniş bir cadde, dükkânlar, eve gelmişiz. Arabayı park ettik, yukarı çıktık, hazır yemeğimizi yedik ve yatıp uyuduk, uyku çabuk geldi. Yaşamdan memnunuz. Yalnızken de iyiyiz, en azından mutsuz değiliz. Kısacık öyküden memnunuz üstelik, bir başınalığın güzelliğini hatırlattığı için.
“Bizim Mahallenin Çinlisi” orta karar. Her milletten işçinin sokaklarını doldurduğu şehirde bir mahalle, Çinli o mahallede elinde şişesiyle dolanıyor. Kimliğiyle neciliği merak konusu, Bavyera Birahanesi’nde durmadan içiyor, sokakta içiyor, meczup gibi bir şey. Toplumun dışladıklarının bile dışladığı bir ayrıksı adam işte, gündüzleri bir çift laf etmese de geceleri cama çıkıp haykırıyor sürekli, Berlin’in soğuk, karanlık gökyüzüne sıcak nefesi karışıyor. “Tam Almanca bir sözcük yakaladığımı sandığımda ağıdın gizemli melodisi birden beni uzaklara, uzak ülkelere götürüyordu. Ve ne zaman bu dilin olsa olsa Kanton Çincesi olacağında karar kılsam, Almanca yakası açılmadık bir deyiş kulaklarımı tırmalıyordu.” (s. 21) Ortalıktan yok oluyor bir ara bu Çinli, öyle biri yokmuş, hiç var olmamış gibi sürüyor yaşam, öykü de sürüyor ama yazar veya anlatıcı araya girerek bir öykünün böyle bitmeyeceğini bildiğini söylüyor, özür diliyor ve güzel bir sonu hak ettiğimizi düşünüyor, yüce gönüllü biri, hemen uyduruveriyor bir şeyler ama anlatının havasından kasten koparılmış bir devam: Çinli dükkân açmış! Kilo almış biraz, üstüne başına çekidüzen vermiş, zaten Çinli de değilmiş, Güney Koreliymiş! The Walking Dead‘den Daryl’la Glenn’in muhabbetini hatırlayıp güldüm. E böyle de bitmiyor bu öykü, zaten olmamış, akla daha yatkın bir şey lazım. Klasik bir oyun, tehlikeli ama Kurt’un yarattığı anlatı dünyası “ikna ediyor” okuru, korkacak bir şey yok, öykü başarılı. “Hayvanlar Çiftliği’nden En Son Haberler” matrak, eleştirel, hüzünlü. Orwell’ın bıraktığı yerden devam ediyor anlatı, olaylar hiç de sanıldığı gibi gelişmemiş. Tek çiftlik yokmuş artık, bir tane daha kurulmuş, sonra diğerleri peşi sıra. İşçi lazım olmuş tabii, hemen katır getirtmişler. Getirdikçe getirtmişler, katırların sayısı arttıkça artmış, sonra katırlık işler azalınca onca hayvanı ne yapacağını bilememiş domuzlar, şiddet olayları başlamış bu kez. Saldırılar, kundaklamalar, cinayetler, korkunç. Almanya’daki Türklerin hallerine uyarlanmış bir konu, malum metindekiyle aynı atmosfer, hoş. “Çözüm” bu kadar başarılı değilse de iyi yine, Holmes’la Watson’ın yazarlarıyla mücadelesi, araya birkaç ırkçı saldırı, tamam.
Vasat öykülerden “Kermes”. Adamın biri aşk arıyor, bulamıyor. Herkes yabancı, toplumda bir yeri yok adamın. Dayak yiyor, yerden kaldıranı yok. Türkler bakıp geçiyor, Almanlar umursamıyor, adam kırık burnuyla eve dönünce yaşlı komşusunun dikkatini çekiyor. Muhabbetleri var, Alman ninenin eşi kısa süre önce vefat etmiş, yalnızlıklarını dindirebilirler. Klasik anlatım, basit konu, eh. “Faralya” tam bir Lovecraft öyküsü olabilecekken gerilimi iyice tırmandırmadan bittiği için şansı kaçırmış gibi duruyor. Innsmouth’a giden March’ın tedirginliğiyle bu öyküdeki karakterin hissettiği bir, tabii Lovecraft öd patlatırken Kurt bilinmeyenin kucağında öylece bırakıyor karakterini, gizemi açıklıyor ama tatmin edici değil, bu öyküyü de orta karar diye kodladım.
Nasıl demeli, olağandan olağanüstüne geçişlerde çapak yok, diyaloglar genel olarak başarılı, anlatım teknikleri muhtelif. Benzerlerini görmek istediğimiz öyküler bunlar, ne yazık ki Türkçeye başka bir kitabı çevrilmemiş Kurt’un. Bu bile unutulup gitmiş, nasıl çevrilecekse diğerleri. Sahafta rastlarsanız alın diyeceğim. Bazı internet sitelerinde satılıyormuş gerçi, büyük sorumluluk ama okursanız pişman olmazsınız da diyeceğim.
Cevap yaz