Reyna’nın yazıları kuzgunlarından oluşuyor. Farklı zamanlarda ve mecralarda yayımladıklarından iyilerini seçse diğer iyilere ne olacak, onlar da farklı kitaplarda bir araya gelecek, yani kronolojik bir derleme bütünlüğü sağlar da paleti soluklaştırırsa o zaman böylesi iyidir. Gerekçeler değişir, Reyna’nın çalıştığı dergi için yazdığı yazıyla derinlerden gelen itkiyle yazdığı yine ucun ucun birleşir, kırkyama da olmaz, beşbenzemez de olmaz, bir şey olur ve olmaz, elde üslup kalır. Parlaktır, Reyna kendi sesinden şaşmaz ki beklentilere göre yazınca zordur bu, yerine (mecrasına) göre uydurmak gerekir ya da çatı üslup çok sağlam olacaktır da her zemine uyacaktır. İkincisinin eseri bu yazılar, iş ve işsizlikle ilgili Wittgenstein usulü açılan denemeyle metin incelemeleri aynı sesi yankır, iyidir. Haftada bir alanı -haftada bir, alanı- izleme-yorumlama deneyimi, okunanlardan yola çıkılanlar, kitapların kitaplığa yerleştirilmesi, kitaplara kitaplık bulunamaması, yığınlar halinde duran kitaplar, kitaplıkta sıkı saf kitaplar, muhtelif. 1990’lardan yazılar var bu kitapta, dönemin toplumsal olaylarının izini elbet bulabiliriz, mesela az kalsın okula başlayacağım tarihi gördüm ilk deneme sayesinde: 12 Eylül 1994. Çirkin bir gün, Reyna çocukların okulda öğrendiklerini bu çirkinliğe bağlıyor yazının geri kalanında. Ben neden başlamadım, kara kışta doğmuş dört çocuğuz apartmanda, üçü yaştan ötürü yazılmışlar da bizimkiler beni bir yıl geç başlattılar, sınıfımın en büyüğü bendim genelde. Ve evet, Reyna’nın dediği gibi eşitsizlikle otoriteyi hemen öğrendim, okumayı okula başlamadan önce öğrenmiştim ama yazmayı bir türlü sökemiyordu elim, onu öğrendim ama tersten: sayıları ilkokulun dördüne kadar bakmaları gereken yöne çeviremedim. Bu yüzden “8”i severim. Başka, kopyayı öğrendim, formayı da öğrendim ama ilk yılın ortalarına doğru, o kadar uzundum ki okul pantolonu bulamamıştı annem, ilk iki ay lacivert şortla gittim. Annelerin babaların yırttığı andır çocukların okula başlaması, Reyna’ya göre dört gözle beklenir. Annemin ne yaptığını bilmiyorum o boş zamanlarda, o kadar kaygılı biriydi ki mutlaka bir şeyleri dert ediyordu yine. Anneme daha da dertlenecek zamanı hediye etmiş oldum, iyidir. Kurtarıcı mitosuyla özel ders öğretmenini denkliyor sonraki yazısında Reyna, engelleri aşmak için doping alanları da eleştiriyor ama asıl sorunun farkında tabii, fırsat eşitsizliği yüzünden her özel dersle geriye düşen öğrencilere ağıt. Mezun olduk, iş hayatına girdik bir şekilde, ayvayı yediğimizin resmidir. Rıza hemen üretilir, içimizde birazcık isyan kaldıysa canımıza okur zira istenmeyen işçi tipine gireriz o zaman, düşünürüz, konuşuruz, çarpıklıkları dile getiririz. Patronun efendiliğinden yakınırız, maişeti temin edemediğimiz için fenalıklar basar ama boş kalmayı düşünemeyiz. “Boş kalmak”tır o, geri dönüşüm bile burun kıvırır, resmen ahlaksızlıktır çalışmamak çünkü öyle bir ahlak üfürülmüş, patronundan siyasetçisine hepsi vatandaşın tepesine binmiştir bu vasıtayla. Uygulama şeması lazımsa buyur, “Bir Hanın 24 Saatlik Yaşantısı”. Yoksul’dan biliriz, handa yaşam erken saatlerde başlayıp geç saatlerde biter, bekçi için başka ama Yoksul bekçilik de yapıyordu herhalde, o tam bir çalışan adam. Sabahın sekizinde Eminönü’ndeki hanlardan birini gözlemlemeye başlıyor anlatıcı, lonca kültürünün hayaleti mekânda gezindiği için hayalet eli alan açmış dükkânını, çeşit çeşit. Bir saat öncesinde bekçiler kilidi açıp kepengi kaldırıyorlar, uyuyan dev uyanıyor, ocaklar çoktan yanmış, çaylar gidip gelmeye başlıyor, patronlar piyasaya çıkana kadar ortalık şen. “Genellikle evde edilmeyen kahvaltılar, civar hanlarda ya da camekânlı arabalarda iş tutmuş poğaçacı ve sandviççilerden elde ediliyor. Bu saatlerden az sonra ise, hanların önleri de gündelik karakterine kavuşacak: Ayaklı-camekânlı tezgâhlar; her zaman tıkış, iki damla yağmur yağınca sulak ara yollar ve kaldırımlarda bekleşen mal, kamyon ve insan kalabalığıyla, değil mal alıp-satmak, yürünecek yerin nasıl bulunduğunun bile muamma olduğu yerler han önleri… Hanlarsa artık, tezgâhtarları, çay ocakları ve patronları, önleri ve içleri ile de müşterilerine hazır.” (s. 30)
Adalar geliyor, Kınalı. Ermeni nüfusunu merak ederdim, zamanında İngilizler imtiyazlarla Osmanlı’dan edindikleri arazileri Anglikan mezhebini kabul etmiş Ermenilere dağıtmış, 1850’den itibaren Sakızadalı Rumlar da gelince 1846’da tarifeli vapur seferleri ilk kez başlamış. Orhan Şevki’nin Proti’den Kınalı’ya-Tanıklıklarla Kınalıada nam metninde varmış bunlar, 1929 Yangını varmış da Varlık Vergisi uygulamalarının yıkıcılığına pek değinilmemiş. 1960’larda ikinci sinema salonu ve Adalar Su Sporları Kulübü açılmış. Reyna kendi izlenimlerini de aktarıyor, sokaklarından üç beş meydanına Kınalıada. “Türkiye Yahudileri ve Yemek Kültürleri” hazine nevinden bir yazı, hamur işlerinde kimler neler yapar, pilav neden Yahudi mutfağında zayıftır, mezelerin durumu ne, Yahudi lokantalarının ayakta kalanları nasıl ayakta kalıyor veya kalıyor mu, bir dünya malumat. Muzaffer Yaver ustası Sabetay Eli’nin 1968’de İsrail’e gitmesiyle Levi Lokantası’nı devralmış, yıllarca işletmiş ama Yahudi cemaatinden yeterli ilgiyi göremediği için şikayetçiymiş otuz yıl önce. İlginçtir, kapalı ve üyelerini kollayan bir cemaat ama azıcık dışarlıklı olanı pek az benimsiyor, “Benim Yahudiliğim”de görebiliyoruz. Benim için kitaptaki en ilginç deneme buydu, Reyna çocukluğundan yetişkinliğine, tutkularından mesleğine her türlü niteliğinin sınandığı cemaatten umduğunu bulamadığını anlatıyor genel olarak. Evde dinî bayramlara, geleneklere saygı var, alışkanlık. Dile o kadar önem verilmiyor 1960’lardan itibaren, “ikinci isim” olayı da tavsıyor, Yahudiler onca felaketten sonra sessizce uyum sağlamaya çalışıyorlar Reyna’ya göre. Dayk’la Arat’ı nereye koyacağım bilemiyorum, lise arkadaşlarımın aileleri sağlam durmuş. Reyna askere gidince komutanlar şöyle bir kenara çekmişler Reyna’yı, sorgulamışlar, bakmışlar ki makbul vatandaş, kültürel farklılıklara dair meraklarını giderici sorularla teskeresini vermişler askerin. Süper olay: malum sebeplerden çavuş olamamış Reyna ama kanun gereği yükseköğretimi tamamlayan Yahudiler asteğmen olarak görev yapmışlar. Okul Şişli Terakki, ev Etiler’de, Reyna kendi dünyasında yaşarken cemaate ayak uyduramamış zira dindir, millettir, ayrıma yol açan hiçbir kişi/kurum/kuruluş ona göre değilmiş, haliyle oyunbozan olarak damgalanıp kibarca gönderilmiş sanıyorum. Daha da hikâye, ilgilisi kaçırmasın.
Kitaplarla bitireceğim, kitaplıkla. Dil öğrenmek okumayı yavaşlatır mı, Reyna yeni öğrendiği dilin kitaplarını okumaya başladıktan sonra Türkçe metinlerde o kadar hızlı ilerleyemediğini fark etmiş. Haftada bir kitap. Okunacak binlercesi varken ömrünün zavallılığını ilk fark ettiği ânı merak ediyorum. Geç kalmış bir okurdur, öyle der Reyna, Canetti gibi on ikisinde Shakespeare okumamıştır, zamanı gelince yaşının ermeye başladığı kitapları okumuştur, çoğumuz gibi. Çizgi roman altyapımız sağlamdır, sonra sonra gelen romanıdır, şiiridir, yerini aldıklarını tamamen dışlamaz da geriletir, oralara kolay kolay dönmeyeceğiz artık. “Listeci” sağlam deneme, ikinci gelir. Neye göre listeliyoruz, Perec’i neye göre önceleriz, araya soktuklarımızı neden araya sokarız, listeleri şişirip daraltan nedir. Bekir Yıldız misal, Reyna üniversitede öykü okumak istediği zaman hemen Yıldız’a sarılmış zira inceciktir kitapları, gecikmişliğin açlığıyla hücum. Kalın romanlar okunmaz mı, yaşlandıkça okurun odağından uzaklaşır mı, sanırım zamanın azalmasıyla ilgili psikolojik arazdan ötürü insan öteliyor ama ne sebeple okuduğumuzu düşünmek gerekiyor bu noktada. Neden okuyoruz, kalınlığın inceliğin nesi etkiler okumayı, değişir. Kabaca bir formül vereyim bari, kendimce en odun tekniğim şu: iki ince bir kalın. Hiçbir zaman tutturamam fakat bir şeyleri belirlemiş olmanın saadetinden de uzak kalamam. Diyorum, Reyna’nın denemelerini öneriyorum, okunsun.
Cevap yaz