Zamanın çılgın ve hüzünlü girdaplarında bir gergedan gibi koşturup ortadan kaybolan metinlerden birine denk gelmek kolay, sahafa gidip eşelenirsin biraz, önüne çıkar. Remzi bastığı için aldım, İlhan Engin’i hiç duymamıştım, merak ettim. Varlık’ın bastığı bir roman var buna benzer, incelemiştim ama hiçbir şey kalmamış aklımda. Devrinin büyük ödüllerinden birini günümüzde de saygıyla anılan bir yazarla paylaşan öykücünün kitabı da Varlık’tan çıkmıştı, onu da inceledim, onu da hatırlamıyorum. Sadık Karlı’nın tek kitabını okuyunca biraz araştırmıştım, intihar ettiği dışında pek bir bilgi yoktu. Kısacası buraya yazıyorum ki en azından bir yerde kaydı kuydu olsun kitabın, yoksa bende de kalmıyor hiçbir şey. Üç gün önce ne okuduğumu hatırlamıyorum, ne yiyip içtiğimi hiç hatırlamıyorum, homojen, kocaman bir kütlenin üzerinde fişuv diye kayıp gidiyorum. Günler, aylar falan yok. Sıcaklar geldi, sonra serinlik gelir, en fazla bu. Neyse, İlhan Engin, 1925, Çorlu. Trakya’da geçen romanlarında particilik, ağalık eleştirileri ön planda, toplumcu gerçekçi damar belirgin. Bu romanı cinsel açlığa daha fazla yer verdiği için, eh, karakterlerin hezeyanlarını döndürüp döndürüp durarak çatışmaları tek bir yüzeye yığıyor, traktörün köye girişi, işçilerin çalışma koşulları, particiliğin yakın ilişkileri parçalaması gibi anlatıyı derinleştirecek, yerellikle birlikte ilginç hale getirecek mevzuları atlıyor, kullanılamamış büyük bir potansiyel var. Necati Cumalı’nın Aşk da Gezer nam vasat romanına öncülük etmiş olabilir, anlatım biçiminden konusuna çok benzerlik var, mekân farklı bir. Engin ortaokulu Çorlu’da bitirdikten sonra Kabataş Erkek Lisesi’ne girmiş, ardından Tıbbiye’ye. Üç yıl sonra bölümü yarım bırakıp Türkoloji ve Felsefe “serbest lisansı” yapmış, bunun ne demek olduğunu bilmiyorum. Okul yıllarında memurluk, öğretmen yardımcılığı ve kâtiplikle geçinmiş, sonra Hüseyin Cahit Yalçın’ın yanında gazeteciliğe başlayarak edebiyata kırmış çarkı. Senaryolarıyla, yönetmenliğiyle biliniyor asıl, arka arkaya çıkardığı kitaplardan sonra sinemaya zıplayarak ün yapmış, sonrası yok. 1990’daki ölümüne kadar neredeyse yirmi yıl ne yaptığını bilmiyoruz, belli ki yazı çizi dünyasından eşi dostu da olmamış herhalde, e sinema dünyasından da ses çıkmamış, yahu kimdir bu İlhan Engin? Böyle insanlarla karşılaşınca Kaya Tanış’a mektup yazasım, “Abi şu kişiyi bir araştırsana” diyesim geliyor.
Hikâye bir kurt dalaşı olarak “çıngar”ın tanımıyla başlıyor. “Bu hikâyeyi nesilden nesle ovanın sakinleri birbirlerine anlatırlar, kurtlaşan insanları da lanetlenmiş gibi kendilerinden saymadılar. Ama gene de her genç erkeğin kanında, beyaz kış gecelerinde, ovada dolaşan kurtların damarlarını tutuşturan alevden bir parça vardı.” (s. 5) Kendilerinden sayarlar artık kurtları, ya bir çıkarları vardır ya da başlarına iş gelsin istemezler, saymak zorundadırlar. Şudur ki dişi kurt etrafına topladığı erkekleri kızıştırır, meydan savaşı çıkartır, dişiyi kaybettiğini bilen erkekler ölümüne girerler birbirine. Bunun adı “çıngar”, sonda göreceğimiz üzere tiyatrocuların çadırında milletin birbirine girdiği, kafa kırdığı, bıçağı rastgele taktığı insanlı versiyonu oynuyor. Önce karakterleri tanıyıp havayı koklayacağız bir, görselliğin öylesi patlatılmasına bakarak Engin’in senaristliğe çoktan başladığı söylenebilir. Karşılıksız aşk, karşılıklı aşk, nefret, bilmem ne, ilişkiler pek üfürükten olduğu için hangi karakterin ne derdi var, buralara girmeden şöyle genel bir çerçeve çizeyim. İstanbul’dan tiyatro kumpanyası gidiyor Trakya’ya, panayır var, üç gün boyunca gösteri yaparak yollarını bulacak sanatçılar. Kadroda Kınalı fettan kadın, Cambaz Maruf şapşik âşık kontenjanını dolduruyorlar, patronun kızı Peri’yse yine güzel ve şeytanî olduğu için Kınalı’yla çekişiyorlar erkekler üzerinden. Kınalı’nın mıydı, İstanbul’da hapse giren âşığı on yıl daha çıkmayacak içeriden, bu yüzden kadın boşlukta süzülür gibi yaşıyor, gönlündeki boşluğu seksle doldurmaya çalışıyor. Bazen durup düşündüm, kadını erkeği öyle aç ki yaşamlarını mahvetmeye meyyal de maceralarının başarıya ulaşıp ulaşmaması o kadar önemli mi, bilemedim. Erkekler üç beş lira verip isteklerine kavuşuyorlar zaten, kadınların etrafında pervane olanlar doymak bilmeseler de Çingene var, oyuncu var, köylü kızı var, Yahudi var, rutin bir seks hayatı var aslında insanların, değişmeyen odak boğuyor bu yüzden.
Sarıhıdır ve Dereköy arasındaki mera sorunu yüzünden fırtına koptu kopacak, panayır tam ortamı. Üçer kişilik iki grup var gençlerden oluşan, kumpanyayı da kattığımızda farklı açılardan görebildiğimiz bir olay örgüsü uzanıyor. Derinlik yetersiz, her karakterin geçmişine kapı aralanıyor da biri yeni evlenmiş, evin yolunu unutmuş çünkü gençmiş daha, çocuğunun yüzünü hatırlamıyormuş. Meh. Biri şehre gidip okumaya başlamış ama ikinci sınıftan sonra dönüp gelmiş, becerememiş. Meh. Biri hayatın anlamını kaybetmiş, arıyormuş da bulamıyormuş. Meh. Diğer yanda traktör almak isteyen bir genç var, Ömer, bir şeyler var bu çocukta. Babasının tarla bahçe işlerini kolaylaştırmak istediği için borç harç bir traktör edinmeye çalışıyor, hani kendi tarlalarının işi bitince parayla sürecek başkalarının tarlalarını da, borcu kapatacak. Elindeki bütün hayvanları sattıktan sonra kefili zar zor buluyor, parayı da ne şartlarla alıyor bankadan bilmiyoruz, muradına eriyor da keyfini sürebilecek mi aletin, muamma. Gençlerden birinin sevdiği kız Demirkırat tayfadan, kızın babası oğlandan taraf değiştirmesini istemiş, oğlan arada kalınca varoluşsal bunalımlara sürükleniyor. Bunlar parça parça çıkıyor karşımıza, diyalog şelalesinden kurtulduğumuz noktada dev bombalar atılıyor, üstümüz başımız bilgiye bulanıyor. Bölgenin o yıllardaki sosyoekonomik durumunu yakından görebiliyoruz, metnin en iyi yanı bu. Kırsalda kadınlar için geçinmenin, yaşamanın ne kadar zor olduğunu facialarla anlıyoruz, kocası eve dönen kadının fahişeliği bıraktığını söyleyip kapısına gelenleri yalvar yakar göndermeye çalışması, cinayete kurban gitmekten kıl payı kurtulması bir, kumpanyadaki kadınların uğradıkları taciz iki. Gösteri sırasında para toplayanların orasını burasını alenen elliyor seyirciler, geceyi birlikte geçirmeleri için para teklif ediyorlar, Kınalı o hayattan kurtulmak istediği için gençlerden birinin teklifini kabul ediyor ama boş umut, o kadar kısa sürede alınan büyük kararların sonuçları korkunç. Başkaları da göz koymuş kadına, koca çadırda kopan kavgayı jandarma da ayıramıyor, şehirden takviye ekipler gelene kadar kan gövdeyi götürüyor. Kilit karakterin başına iş gelsin, büyük aşklar yarıda kalsın, dramdır. Maruf’un başına gelen de dramdır, sevdiği kadın başkasına yüz verince yılların tecrübesi uçar gider, bizimki ipe çıkınca dikkatini bir anlığına kaybeder, yallah aşağı. Bacakları kırılmıştır, tam iyileşmezse başka iş de tutamaz, aç kalır Maruf. Patron zaten kalp krizi geçirince İstanbul’a yollanmıştır, kimse ne yapacağını bilemez. Kınalı ve Peri arasındaki kavga karşılıklı olarak bitirilir, kadınlar birbirlerine destek olmaya başlarlar, dayanışarak ayakta kalmaya çalışırlar. Kınalı’ya özenir Peri, onu da şehirden şehre sürükleyen gösteri dünyasından kurtaracak biri çıksa havalara uçar. Bizim iki gruptaki oğlanların niyeti vardır da paraları yoktur, gündelik işler tutarak yaşarlar, haytalık ederler daha çok. Kadir delisi en ufak sürtüşmede elini arka cebine atar, bıçağı bir çıkardı mı saplamadan yerine koymayacaktır da arkadaşları hemen durdurur dallama oğlanı, olay çıkarmaması için sakinleştirmeye çalışırlar. Hepsi parlamaya hazırdır gerçi, en ufak bir kılçıkta diklenirler karşılarındakine, uçan tekme falan atmaya çalışırlar. Yorucu insanlar. İlişkilerin örtüklüğü, biçimsizliği yüzünden her an tehlike altındaymış gibi hissettikleri içindir belki, sosyal dinamiklerin çıktılarını öyle yorumladım ben. Filyos’ta da böyleydi, o kadar kısa sürede sinirlenip sakinleşen insanı başka yerde görmedim. Küçük yerin sıkıntısı.
Denk de gelinmez herhalde buna, sahaf gezen varsa belki bulur. İlginç, yapacak daha iyi bir işi olmayan okusun, ne diyeyim.
Cevap yaz