Romanının başarısızlığını anlatmadan önce Arkan’a teşekkür etmek isterim, çocukluğuma kazınmış melodilerinden biri beni popülerin zehrinden kurtardı, o uçan kuşu ve köhne konakta dans eden çifti hatırladıkça mutlu oldum. Beş miydi yaşım, otuz beş olacak, otuz yıllık teşekkürü ediyorum, ettim ve anlatının sarkmalarına, çekmelerine, gevezeliğine geçtim. “A a!” tekniğiyle yazılmış bir roman, bilindiği gibi bu tekniğin olayı şaşırtıcı rastlantılarla, olmayacak ilişkilerin ortaya çıkmasıyla çatılan hikâyenin iyi doldurulmamışsa veya yanlış doldurulmuşsa burukluktan başka bir şey vermemesidir. Oyunlarla bir yere kadar götürülen anlatı ağırlığı taklalardan yana vermişse tatmin etmiyor, etmedi. Yatay genişlemelerden bahsedebiliriz, karakterler iki uçlarından şöyle iyice bir çekilip ezelden ebede gösterilir, ne kadar hırsız, burjuva veya erdemli oldukları genişçe anlatılır da sonları şöyle sıkıca bir bağlanmazsa okurun çıkmayı umduğu zirve bir türlü gelmez, yalancı zirve göründüğünde hayal kırıklığından başka bir şey kalmaz geride. Dönüp dolaşıp “hayat kaçık bir uykudur” noktasına geliyoruz, karakterlerden biri aslında maşrapa çıkabilir çünkü rüyalara boğulmuş bir hikâyeden başka bir sonuç beklemek de zor. Oyunların arasını kötü veya yanlış doldurmaktan kasıt bitmek bilmeyen, uzadıkça uzayan vecizeler ilkin, kapitalist reisin seksenlik yardımcısı Hadim Bey sağ olsun. Bu beyefendi neoliberal Eyüp’ün sağ koludur, patronunun babasının da sağ koludur, aslında Alfred gibi bir adamdır. Ehil, sanat sevdalısı Hadim Bey’i Eyüp’ün babası keşfetmiş, Mubah Şirketler Grubu henüz o kadar büyümemişken muhasebeci olarak yanına almıştır. Vergi kaçırmanın usullerini bilen Bey’in girişimlerini desteklemez görünen patron her adımın olumlu sonuçlara yol açtığını görünce itimat etmiş, Bey’i başının üzerine koymuştur. Eh, Bey boş durmaz, Eyüp’ün peşinden Almanya’ya gittiği zaman orada ceza hukuku diplomasını almış, birkaç diploma daha almış, İan’la gönlünü paylaşmış ve geri dönmüştür, şirketin hukuk işlerinden mesuldür. Şirketin yasa dışı işlerinden de mesuldür, paranın geleceği her yer ilgisini çeker açıkçası. İki Çinliyle iş için görüşmesi rüyalarına da girecek, rüyalarına giren Çinliler gerçek dünyaya zıplayacaktır, diğer bütün karakterlerde olduğu gibi Bey’in de kafası karışıktır. Bütün bunlara katlanabilir, o karmaşadan Bey’i havaya uçurma hayalleri kurmadan çıkabilirdik ama o ne serbest dolaylı anlatımdır, o ne deneme benzeri üfürmelerdir öyle, hele metnin belki de yarısından çoğunu kaplayınca tahammülfersa! “Kelam sahipleri, bu kelimeleri dizlerinin dibine oturan çömezlere ve başlarında dikilen muktedirlere bilgece bir tavır takınarak derin bir kederle fısıldarlar. Bu kelimeleri hayattan çekip alırsan ne o imparatorlar kalır ne de o kelam sahipleri ve tabii ki ne de senin gibi çömezler… Hiçbirinden eser kalmaz, yalnızca gerçek kalır… Kelimelerin zihnimizde uyandırdığı imgelerden ve hayallerden tamamen farklı bir şey olan, hiçbirimizin çıplak görmeye dayanamayacağı gerçek… Yalan mı?” (s. 38) Sonrasında bu yalanla gerçeğin teke zortlatması şirketlere sıçrar, toplumu biçimlendirmedeki rolüne gelir sıra: “Böyle dönemlerde sıradan insanlar, devletlerin ve diğer kâr getiren kurumların ne işe yaradıklarını merak ederler. Meraklarını gidermeye bilgelerin kelimelerinden oluşan örtüleri kaldırmakla başlarlar.” (s. 39) Sayfalar bunlarla dolu, o kadar yavan çıkarımlar var ki insan kalp çarpıntısı geçiriyor okurken. Gertrude Stein’in lafıydı galiba: “Şerbeti kıvamında ama dökmeyi bilmiyor”. En azından bu roman için söylenebilir ki Arkan çok doğru bir noktaya çok yanlış dokunuyor, düşünce akışını klişe söylemlerle ve doğrudanın sıradanlığıyla dolduruyor, olay örgüsüyle zaten bir ilgisi yok pek. Ben bu işi Kundera kadar başarılı yapan başka birini bilmiyorum, onun onda biri kadarını yapamayacaksak böyle işlere hiç girmemeliyiz zannediyorum. Adam ölümsüzlüğü hem biricik karakterleri üzerinden hem de Goethe’nin yaşamına dokunarak, bazen toslayarak anlatmış, arasında yüzyıllar olan meseleleri birbirine cuk diye oturtmuş, ne iş! Evet, birinci dökme saçma buydu, ikincisi bölüm başlarında yer alan alıntılar. Serbest dolaylı anlatıcı veya karakterler duruma uygun, derde münasip bir alıntı sıkarlar, Çinli bilgelerden Can Yücel’e varan geniş bir yelpaze. Neden? Çok derin söylemleri yetmez, Karacaoğlan’ı da sahaya sürerler ki okur yesin? Karakterlerin okuyup etmişlikleri belli olsun? Sırf bir oyun olarak o da orada dursun? Muhtelif milletlerden süper sözler söyleyen insanlar dipnotlarda resmi geçit yapsın? Anlayan beri gelsin.
Anlatının “hırsız” yanı daha başarılı, Evren’in dünyası burjuvanınkiyle kesişene kadar iş yapıyor. Evren darbe çocuğu, tevellüt 12 Eylül 1980, sabahın üçü. Anasıyla babası öldükten sonra dayısı Faik’in kanatları altına giriyor biraz, Faik de bir başka olan memleketin kanatları altında hapis yatarken İsmail’le tanışınca kadro tamamlanıyor. İsmail hapiste İnce Memed‘i okumuş, anarşik Faik başka bir şey okutamamışsa da çocuğu çok sevdiği için koruyup kollamış, hapisten çıkınca Evren’le tanıştırmış. İsmail’in çaldıklarını Evren okutuyor, atadan kalma çürük evinde yaşamaya çalışıyor. Karşı apartmana taşınan Gülgün’e kesik, eski sevgilisi Neşe’den kurtulmuş. Bir tuhaflık da burada, Neşe’nin rap şarkısı televizyonda dönüyor ve Evren bir dünya laf yiyor da ne sözler söz, ne o şarkının açtığı alan anlamlı, bu da çengelli iğneyle tutturulmuş bir ilginçlik olarak duruyor öyle. Parodi değil, eleştiri değil, bir gariplik. Evren dostumuzun üst kat komşusu, esnaf tanıdığı yer yer karşımıza çıkıyorlar da esas önemli karakter Hülya, komşunun kızı. Anlattığı ilginç hikâyeler tüm metindeki en alımlı bölümler denebilir, aynı şekilde Hadim Bey’in Eyüp’e anlattığı, spekülatif tarih tandanslı şecere hikâyeleri de hoş. Örneğin fidye için kaçırılan şehzadelerden birinin yerine bir başkasının konması, sonra esas şehzadenin ait olduğu yere dönemeyip halka karışması matrak. Evren’in yarenlik için Gülgün’e okuma yazma öğretmesi, sonra Gülgün’ün son derece dandik şiirlerini okumak zorunda kalması komikti. Ne ki Evren de lafazanlıktan payını alıyor, “lüzumsuz odaklanma” diye üfüreceğim arızaya yol açıyor: “Adıyok, dünyanın belki de en uyuz köpeğiydi. Kişiliği de yoktu. Bakkal Şehmuz’a bile yalakalık ediyor, bir parça kokmuş salam için gün boyu kapısında bekliyordu. Şehmuz o salamı en son iki yıl önce önüne atmıştı ama o, dün atmış ve bugün de atabilirmiş gibi umutluydu.” (s. 68) Adın esprisi, Adıyok, uyuzluk, köpeklik, köpeğin kişiliği, Şehmuz, bakkallık, yalakalık, kokmuş salam, ne anlatıldıysa hiçbir ağırlığı yok ilerleyen bölümlerde de, başka bir lüzumsuz odaklanma veya benzer bir takla da yok ki bunun teknikliğinden konuşabilelim, hasılı memnun olduk Adıyok, kaybettirdiğin üç saniyeye teşekkürler.
Final tam devlerin aşkı. İsmail bir kasayı soymaya yeltenir, Evren kasa cortlatmayı yasaklamıştır ama dinlemez İsmail. A a, meğer o kasa Eyüp’ün kasasıdır! Tokuşurlar, başa bir işler gelir ve bazı şeylerin rüya olduğu açıklanır, hikâye böyle sonlanır. Ötesine berisine bakarız, gerçekten bitmiştir, keçiboynuzunun sonundan tat da gelmemiştir. Bu yüzden hiç dokunmamayı tavsiye ediyorum okura, Arkan’ın diğer metinlerinin başarılı olduğundan bahsediliyor ama buna bakmamalı. Neoliberalizme dair yüz sekizinci kez tekrarlanan durum tespitlerini merak edenler okuyabilir. Son olarak, şimdi gözüme çarptı da, metinde bahsedilen “İMÇ çarşısı”na giderseniz ÖSS sınavına selam edip Michael Jackson şarkıcısıyla düet yapmayı unutmayın. Rica ederim.
Cevap yaz