Metinden fışkıran kapkara yaşam o kadar derinlerde, var olmamasıya yaklaşıyor hiçe, dibi görülmeyen çukurların ışığı boğduğu yerde. Umut yok, çıkış yok, öldüm Allah bir hikâyesizlikle debeleniyor, sürükleniyor anlatıcı, pisliğin içinde, uçurumdan düşse ancak böyle düşebilirdi, boğulsa bu kadar boğulabilirdi falan. Daha da, bakayım, nasıl anlatacağım, anlatıcının dedesi ünlü Sıtkı Refat’ın malikânesinde aile toplaşmaları adamımızın toplu katliam yapma hislerini fişekler, anneden babadan yılmanın böylesi görülmemiştir. Aptaldır anlatıcı, o kadar aptal bir insanı dünya görmemiştir, onca çırpınışın başka sebebi olamaz. Bir tatlı dokunuş, bir söz, hepsinden uzaktır, dayağa yakındır, hakarete yakındır, hor görülmeye yakındır, psikolojisini infilak ettirecek her şeyi yaşayan anlatıcı kardeşine imrenir çünkü kız kardeşi ne itilmiş ne kakılmıştır, dolayısıyla anlatıcı öfkeyle dolup taşar çünkü ne demektir lan, kendisi insanlık dışı bir muameleye maruz kalırken kardeşi çiçek gibi yaşar. “Bazen anlaşılmaz konuşabilir, yazabilirim, sizi uyarmak istiyorum. Çünkü dediğim gibi öfkeli ve aptalım ben. Aklımın da, amansız bir fırtınaya yakalanmış bir gemi gibi sallanması, o geminin ışıkları gibi gidip gelmesi hoşgörüyle karşılanmalı.” (s. 9) Karşılayalım da hikâye olmayınca bari Lispector’unkiler gibi sarmallar çiz, serbest düşüşe geç, genişlet, bolart, aniden çık, bir halt ye. Yok, kişilik betimlemelerine devam. Karafatma gibi yaşamaya başlamış bir ara anlatıcı, en kuytu köşelerde antenlerini sallamış, bodrum kat dairedeki küçük odasında dolanıp duruyor. Parasının bitmesi insanlık için faciaya yol açacak zira böylesi bir karanlığı sokaklara salmak ne demektir, toplumun bir daha belini doğrultamamasıdır, halkın karanlığa isyan edip devrim ateşini yakması mıdır, komşuların bu edepsizlik karşısında kafalarına sıkmalarıdır. Cehalet aptallıkla kol kolaysa anlatıcının onca okumasının, birikiminin hiçbir önemi yoktur, bu arada ne okuduğundan bahsetmez de birkaç yem atar ortaya, örneğin iki kere ikinin dört etmesiyle ilgili bölüm direkt Dostoyevski’nin kendi başına söylenen anlatıcısından alınmadır. Cürettir bu, azıcık olsun o metne yaklaşmayı -bence- gerektirir, yoksa ortaya atılmış kırıntı olarak kalır ki kalmıştır, nefretle sulanmaktan ve öfke fıskiyesinin altında banyo yapmaktan öteye gitmez mevzu. İnsan kendisine âşık olur, olabilir, anlatıcı da olmuştur, kötülüğün çekirdeğini çitleyince beyni bir anda habislikle kapanmış, dışarıyla bağını kesmiştir. Parasının bitmemesi bu yüzden önemli, anlatıcı tekrar çalışmaya başlarsa dünyanın çekeceği var. Cinsel dalaverelere giremeyecek kadar badak olduğu için yakın gördüğü, daha da yakın görmek istediği ama beceriksizliği yüzünden başarılı olamayıp arkadaşlığını yitirmekten korktuğu kadınla kısır sohbetler çevirir. Neler konuşulur, neler düşünülür, elde çok az veri olduğu için masaya oturan bir gölgeyi hayal edebiliriz, bu gölge durmadan kendini anlatıp kızı erkeğe şiddet uygular hale getirebilir. Tehlikeli adamdır bizimki, vahşetten doğduğu ve evinin avlusundaki kan izlerini bildiği için ortalığı kan gölüne çevirebilir, oturduğu sandalyeyi kaptığı gibi küçük serçe parmağına küt küt vurabilir, böylece sandalyenin işini kolaylaştırarak küçük serçe parmağına karşı duyduğu nefreti olabilecek en iyi haliyle yansıtabilir. Küçük serçe parmağı, tam yok etmelik. Evin tek koltuğunda oturmak, yağmuru seyretmek, ev kıyafetlerinin utanç vericiliğiyle boğuşmak, gece çekirdek yemek her şeyden daha kötü olduğu için bunları görürüz mesela, hiçbiri yok olmaz zira adamımızın varlığıyla bütünleşmiştir, adamımız birkaç eylemden ibarettir. Hiçbir şeyi beceremez bunun yanında, iki apartman ötede oturan şişman, kel ressam ve şair arkadaşıyla sürdürdüğü ilişkisi dışında ilişmeyle hiçbir ilgisi yoktur. Vardır, asosyal değildir, dışarı çıkıp dolandığı zaman tanıdıkların oturduğu mekânlarda zaman geçirir, gençlere kinlenir, yaşlılara kinlenir, saçma sapan muhabbetleriyle kafasına bir adet masa indirilmesine yol açmaz ama ramak kalır buna, gerçekten de kafaya indirilecek bir adet masa çoğu sorununu çözebilirdi. “Arkadaşımın resimlerini de bu naif estetisyenliğimle güzel bulurdum. İyi bir ressamdı bence. Üstelik, şiir de yazabiliyordu. Ben onun yanında bir böcekten farksızdım elbette. Ama yine de dikkate alırdı beni, evine davet eder, konuşurdu benimle. Nedense.” (s. 18) Ressam şairin kardeşi Melisa tam emilecek kadındır ama arkadaşın muhabbeti daha keyiflidir, siktir çekmesi de öyle. Bir gün yine oturuyorlar, bir şey içmişler mi ne, ressam bir anda celallenip anlatıcıyı kovuyor evden. Siktirip gitmesini istiyor, tam olarak böyle, adamımız sessizce açıyor kapıyı, çıkıp gidiyor. Sokaklarda sürtmek eve gitmekten daha karanlık, sürtüyor. Geceleri dolanmaya çıkıyor sık sık, kentin gayya kuyularında ıstırap çekerken “boklu suları seven aşağılık bir sıçan”a dönüşüyor. Buraya kadar anlattığım kısımda birtakım uydurmalar var ama metne konsa sırıtmaz, öylesi katran kara bir atmosfer, göz gözü görmüyor, göz ölümü, hiçliği görüyor, anlatıcınınki. Fosilliği kes: “Ev kokmaya başladı. Kedinin bokuyla diğer pislikler, etin ve varoluşun çürümüşlüğü, tabak ve tencerelerde küflenen yemekleri ortak bir kokuya dönüştü. Dayanılacak gibi değil, desem yalan olur. Boktan ve küften kurtulmak için kapıyı kapatıyorum. Kendime tahammülümse kafamı karıştırıyor.” (s. 23) Sahiden de karışır, oksijen olmayınca bir mekânın neye dönüşebileceğini kısa süre önce gördüm, üstelik yıllarca yaşanıyorsa orada, çıkış kapısı kendiliğinden kayboluyor da kişi ini belliyor orayı, çıkmak da istemiyor artık. Anlatıcı çıkıyor, kadınların bol olduğu bir yere gidip kendine bir kadın seçiyor. Kepazeliği anlatmayacağım da fahişenin dinlemek zorunda kaldığı nutuğu anayım, böyle bir açüklama görülmemiştir. İmreniyor mu acaba kadına, mesela başarılı ressamların kolektif sergisine gidiyor bizimki, şöyle bir bakınıyor, hem resimler iyi hem ressamlar mutlu ama kıl olacak bir şey de lazım. “Parlak fikirleri, anekdotları, çalışmaların arasında. İşin kötüsü, bir yapmacıklık, bayağılık, banallik yoktur bunların hiçbirinde. Başarıyla, mutluluk ve doyumla taçlandırılmış bir ömrün meyveleri. Hasetle doldu kanım. Akrobatlar gibi eğilip bükülerek, öğüre öğüre sokağı buldum ve bir köşede rahatlattım kendimi.” (s. 27) Öyle bir özelliği var, nerede iyi, güzel bir şeyle karşılaşsa, şefkat görse bizimki öğür öğür bir hal oluyor, gidip ilk fırsatta kusuyor, hani sıçıp bokunu tekrar geri sokmaya çalışacakmışçasına çılgın. Deneyebilirdi bu arada, neden denemediğini anlamadım. Hayatı dibe vurduktan sonra her insan kendi bokuna bir başka bakmaya başlamıştır diye düşünüyorum, ürettiğimiz nesnenin niteliğini belirleyerek varlığımıza kıymet biçmece. Var bir üretim, anlatıcı onca sayıp döktükten sonra bazı şeylerin doğru olmadığını, alenen yalan söylediğini itiraf ediyor, misal buluştuğu kızla arası korkunç değil, gayet anlaşıyorlar. Bu da bir yalan değilse. Bildiğimiz gibi yalan söyleyen insan kendi gerçekliğini muhatabına dayattığı için şerefsizin tekidir, anlatıcı bunu kasten yapıyorsa iki kat şerefsizdir. Söylüyor zaten, kendini olabildiğince derinlere gömüyor diğer insanlarla birlikte, sorun yok o zaman. Durum tam olarak: şu. Özet mahiyetinde bir alıntıyla bitirmeden önce kibritin çok iyi bir icat olduğunu söyleyeyim, yıllardır işim yok kibritle ama bu küçük kardeşi az önce hatırladım, burada yer almalıydı.
“Belki de hasta değilimdir. Önü alınamaz bir yalancı olduğum ise açık. Hem de çok kötü bir yalancıyım ben. Sevdiklerimin bile yalan söyleyip hayatlarını çıkmaza sürüklemekten tuhaf bir zevk aldığımı itiraf etmeliyim. Ama şimdi bile yalan söylüyorum en ufak bir utanç duymadan, sevdiklerim filan olmadı benim. Sevgi nedir bilmedim, belki de tüm sorunlarımın nedeni budur. Bukalemunum ben. Evet, çok tuhaf oldu bu sözcük.” (s. 30) Bukalemun değil de direkt dallama diyebiliriz, anlattıklarını okumanın lüzumu yok.
Cevap yaz