Hatice Meryem – Aklımdaki Yılan

“At Kürt Uçurtma Şenlik”: Açılış şov, cuma gece yarısı işinin ehli dört cerrahın kafa operasyonu. Anlatıcının kafatasını ustalıkla kırıp(?) irili ufaklı taşlarla doldurmuşlar, dikiş atmışlar, çekip gitmişler sanki. Öyle bir ağrıyla uyanıyor anlatıcı, adım atacak hali yok ama çocuğuna söz vermiş, uçurtma şenliğine gidecekler. Bahaneleri sıralayıp yırtabilir ama yırtamaz, çocuğun bakışları vicdanında koca delikler açar. “Tırnak kadar çocuğu önce heveslendir, sonra yarı yolda bırak! Vicdan sahibi bir yetişkinin yapacağı iş miydi bu? Böylesi bir insafsızlığı hak edecek ne yapmıştı yavrucak?” (s. 8) İnsanlık yoktur da annelik vardır, diğer öykülerdeki karakterler -“tipler” demek daha doğru belki, hepsi tek boyutlu- annelikleriyle öne çıkarlar, çocuklarının karşısında suçlu ve annelerinin karşısında zayıftırlar. Bu öyküdeki anlatıcı evin sessizliğini çocuğun uyanmamasına bağlar, uyanmış olsa “Allah Allah nidalarıyla odaya dalar, kellesini kökünden koparıp bir tepsi içinde küçük şehzadeye sunar”. Küçük şehzade? Paragrafla birlikte çocuğun okuldaki durumuna, anneliğin suçluluklarından birine geçiyoruz, çocuk başlarda iyiymiş ama öğretmeninin dediğine göre cozutmuş hatta o kadar cozutmuş ki davranışlarını azılı katillerde, haydutlarda görmek mümkünmüş. Diğer veliler cıkcıklarmış, anlatıcı utanıp çocuğunu psikoloğa götürmeye razı olurmuş, abartılı durumun sonucu. Devlet dersinde birileri öldürülecekse bizim anlatıcının çocuğu başta gelecek, devlet-okul-öğretmen üçgeninde yok olup gidecek ne yazık ki, anlatıcı yakınıyor ama çocuğu takdirler, aferinler, helal lanlar aldığı zaman yakınmamıştı. Devlet teröründen babaanneye geçiş kolay, kadın tek bir Kürtçe sözcük konuşmamış anlatıcının bildiği kadarıyla, memleketine dair hiçbir şey anlatmamış, çektiği acıları dile getirmemiş. Gediklerden biri bu, anlatıcı uçurtma şenliği hikâyesi boyunca geçmişinden, ailesinden ve annelikten parçaları topluyor, bağlamayı tercih etmiyor çünkü buna gerek kalmayacak. Nedir, şenlik alanına götürecek otobüse binerler, iki yoksul çocuk musallat olup anlatıcının oğlunun dürbününü çekiştirirler, anlatıcı kibar olmalarını ister ve çocuğunun korku dolu bakışlarındaki beklentiyi karşılayamadığını düşünür, yine suçluluk, hep suçluluk, daima suçluluk ama kaskatı lokmalarla. Dişinize mukayyet olun. Otobüs hareket eder, alana değil de başka bir yere gittiklerini fark eden anlatıcı orada da uçurtmaların olmasını diler. A! Yine şenlik, yine uçurtmalar, üstelik sarı, yeşil ve kırmızı! Musallat olan iki çocuk şaralopla iyileşmezler mi üstelik, biri sandviçinin yarısını getirip verir, diğeri uçurtmasının ipini çocuğun eline tutuşturur. Üf, tam bir saadet dünyası. “Ağaçların arasında güzel mi güzel bir Kürdistan kurmalıydım. Kimse bunu benden ummamalıydı. Mutlu mesut yaşamalıydık orada oğlumla. Kocam, yani eski kocam bizi bulamamalıydı. Kaybolmalıydık.” (s. 30) Eski kocanın ne menem bir koca olduğuna dair malumatın eksikliği bir yana, aniden bastıran Kürdistan sevdasının babaanne temeli de o kadar zayıf ki neler olduğunu anlamadan bir anda ütopyaya vardık, babaannenin yukarıdan gülümsediğini düşünen anlatıcının coşkusuna bırakamadık kendimizi çünkü bu okuduğumuz neydi? Olduğuna inanıp hiç olmayan bir şeydi, mizahî anlatımının boğduğu dramatik plandı, bir şeyleri göstermekten helâk olan hikâyeydi falan. Baş ağrısına ne olduğunu da bilmiyoruz ama cerrahlar üzülmesinler, onları unutmadık.

“Kadın Kadına Bir Hesaplaşma”: Yazlığa gidilecek, anlatıcı küçük oğlanın bir şeyini, büyük oğlanın başka şeyini, eşi Mahir’in kim bilir nelerini nelerini toplamış, yola çıkacaklar ama denizliğe gelen kumruyu görünce şaşıp kalıyor, elindeki kafeste kumrunun yavruları var. Biraz geriye gidip hem kumruları hem Mahir’i ve çocukları görüyoruz, bir de anlatıcının annesi İsmet Hanım’ı. Bu hanım tam bir karanlıklar leydisi, hakkında anlatılanlar birbirini tutmuyor. Her yere koşturup iş bırakmıyor kimseye, anlatıcı bu yüzden kızıyor. E sonra annesinin ne kek ne börek yaptığını söylüyor, hemen hiçbir işe koşturmadığına değiniyor. Eş faktörü diyeceğiz, öyküde baba hemen hiç yok. Anlatıcı bir gün oturup anlatıyor Mahir’i, evleneceklerini söylüyor, annesiyle babası evlatlıktan reddediyorlar, bu. Baba nasıldı, İsmet Hanım’la evliliği nasıl gitti, hikâyeden nasıl çıktı, İsmet Hanım neden öyle radikal bir değişim geçirdi, anlatıcı İsmet Hanım gibi kadınların anne olmamasını tam olarak hangi gerekçelerle istiyor -camları iki saat açıp evi üşütmek ve günde iki paket sigara içmek geçerli sebepler gibi durmuyor- ve sosyalist düşünce kuramcılığını da nereden çıkarıyor yahu, İsmet Hanım’ın veya anlatıcının hiçbir bağı yok ki kuramcılıkla, kadın anne olmak yerine neden uranyumu parçalasın veya kuramcı olsun? İşte, anlatıcı Mahir’in ilk evliliğinden olan çocuğu Can’ı bağrına basıyor, çocuğun annesini bir güzel gömüyor çünkü ev işi yapmaya yanaşmamış kadın, hizmetçilik etmemiş, oysa annelik bu demekmiş. Şöyle bir esnedim okurken, işim gücüm yoktu, bugün hava da bisiklete binmek için soğuk açıkçası, biraz ağırlık çalışıp okumaya devam ettim. Oydu buydu derken kumruya geliyoruz, anne iki yavruyu bırakıp cehennem olmuş birkaç gün, anlatıcı tam kapıdan çıkacakken geliyor. Hemen haddini bildirmek lazım, anlatıcı kuşa patlıyor ve yavrulara baktığı için gerçek annenin kendisi olduğunu söylüyor da bu patlamanın gerekçesi de yok ki, yani ne Can’ın bir tepkisi var, Mahir desek şapşal bir esnafa benziyor, olumsuz hiçbir şey yok hakkında, e baba zaten yok, anne her işe koşuyor, o zaman anlatıcıya ne oluyor? Anlamadım, kadın esip köpürüp kuşa haddini bildiriyor ve rahatlıyor bir güzel. Ne güzel. Hava hâlâ açmadı, saat 16.31, 16.32 oldu, annelik zor ve öykü güzel ama anneliğin zorluğunu öyküyü unutmadan anlatmak daha güzel.

“Miras”: Anlatıcı ilk kitabını yayımlamış, dergilere kadınlık hallerini yazmaya başlamış. Bir kitapla ustalık sergilenebilir, tamam ama yazılardan bir örnek görüyoruz sonlara doğru, belli ki pek bir şey sergilenememiş ama bir kitap yayımlamak hemen her şeye meşru bir zemin sağlar, bilirsiniz. Bir kitabınız varsa bin kitabınız var demektir, bu yüzden her yere kolaylıkla girip çıkabilir, uygun bağlantılar sayesinde dilediğinizce at koşturabilirsiniz. Bir kitap güçtür, dirayettir bir kitap. Müzeyyenliği, münevverliği gösterir, arşa dayalı merdivendir. Bir kitap yazın, daha da yazmayın. Kitap yazmak. Yani anlatıcı yazıyor, annesi yazdıklarını beğenmiyor çünkü şarkıcı olmasını istemiş ama anlatıcı kitap yazmış. Zaten anne de kızına ne bir enstrüman almış ne bir müzik kursuna göndermiş, yine de şarkıcı olmasını istemiş ve olmayınca darılmış, küsmüş, bir şeyler olmuş. Baba yine yok ortada, anneyle kızın çatışmasını izleyeceğiz. İzlemeyeceğiz çünkü bu öyküden bu kadar, benim gördüğüm kadarıyla televizyon izlemeye çalışan yaşlı bir kadına eziyet eden, onu zorla konuşturmaya çalışan, hafif kaçık bir kadının serzenişleri var bu öyküde, hiçbir hikâye enine boyuna kurulmadığı için kolaj bir seyri izliyoruz, anlatıcı kafasına göre diziyor bir şeyleri. Bunu ciddi bir biçimde yapıyor, ironinin ortaya çıkmasına engel olacak bir ciddiyet. Çok ciddice gerçek bu hikâyeler yani, bu yüzden zayıf.

“Bir Gün Annem Çocukken”: Anlatıcının annesi çocukken büyümüş biraz, evde birileri evlenmiş de yeni gelen kadın boklu bezleri bir yerlere tıkıştırmış, anne çıkarıp temizlemiş her yeri, bu yüzden kızına berbat davranıyormuş muymuş neymiş, annesine öfke duyan kız da bu hikâyeyi şans eseri işittiği zaman yumuşamış, çay ikram etmek gelmiş içinden annesiyle yengesine.

Yürüyüşe çıkayım da yağmur yağarsa kötü.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!