Kafama sünger makarnayla durmadan vurulduğunu düşünürüm veya kaşık canavarının beni kovaladığını, bir müddet acı çektikten sonra hayatıma devam etmek için pancar yemek zorunda kalırım. Elime koluma bakarım, eldir ve koldur, duvarlara bakarım biraz, sonra bildiğim kötülere dönmeyi düşünürüm. Hearn diyordu, yeni bir kitap çıktığını duyunca hemen eskilerden birini okumaya başlamak lazım, ben Ural’ın öyküleri gibilerini okuduktan sonra ne yapacağımı bilemem, düşünürüm, inadına yeniyi okuyayım da yerlerde sürünen edebiyata şahit olayım, borazancılara küfredeyim az. Gerçi en son ne zaman para verdim yeniye bilmiyorum, Gülhan okuduklarını veriyor, Gülden de verdi üç beş tane, bitirip hemen geri veriyorum zira evimde barındırmak istemiyorum öyle şeyleri. Odalar yığınlarla doludur, durum giderek kötüleşiyor. Sabri abi çağırdı en son, o kadın yeni bir şeyler getirip bırakmış. Baktım, Rusça bir kuş kitabı var, şöyle kuşe kâğıt, ansiklopedi boyutu, hemen aldım. Pardayan var, aldım. Sekiz on kitap var, getirip koydum yere. Geçen ay Bilgi Üniversitesi Yayınları’nın kırk elli kitabı. Küçükyalı’daki ekmekçi abiden aldım iki torba. Kısacası bir yandan veriyorum ama diğer yandan geliyor, durduramıyorum. Bunu nereden almıştım, internetten, şöyle bir baksaydım almazdım. İndirimli, toplu falan ama internetten almak da biraz şey, kötünün de kötüsünü eleyemiyoruz. Kötüyü zaten eleyemiyoruz, elde bir şey kalmıyor çünkü. Ural’ın öykülerine tersten bakınca kötülük açısından hepsi çok iyi, öyle mi baksam, bakayım. “Sihirbaz Lokumi”de sulu kuru takılmış Nadir Usta’nın iki çırağıyla mançiz maceraları vardır, sahneler yaratılır da spotların altındaymış gibi gezinir karakterler, öyküden çıkmak için haykırırlar ama yapacak bir şey yok, çekecekler. Nadir Usta’nın yanına gelen polis kardeşimli mardeşimli konuşur, adamı ayağa kaldırmaya çalışır, leş gibi koktuğunu söyler falan, güzel bir polis abidir. Nadir yardımcı olmaya çalışan polise son derece nadir bir dangalaklıkla yaklaşır, karakola düşer, adeta bir Nejat Uygur oyunundaki gibi davranarak yakayı kurtarır. Evet, öyküleri bir şeye benzetiyordum, Uygur’un dandik oyunlarıymış. Çift kâğıt vurmuş Nadir, anlaşılıyormuş, jargon da tamam. Ne bileyim, bir tanecik Metin Kaçan öyküsü bunların önünü keserdi sanıyorum, öyle boş yükselişlere kapılınca okuduğumuz süper şey tepemizden bastırıp indirmiyor mu aşağı, mütevazı olmamız gerektiğini göstermiyor mu, öyle. Tosin Abasi diyor işte, iyi olmak için çalış ama her zaman daha iyisinin olduğunu bil. Bitti, her işin özü budur, buradan çıkarılacak ne nimetler, ne hikmetler vardır. Falan. Çıraklardan biri öğrenci, diğeri düz çırak, Nadir bunları alıp evine götürüyor, uyuyan eşini kaldırıp yemek memek yaptırıyor, kadın bunun kafasında iki tabak kırsa iyi. Bir mal muhabbeti başlıyor, mal nerede, mal ciğerde, malın iyisi odur, mal şudur, öyle bir çekeceksin ki mal kıçından çıkacak derken sabah oluyor, iki zırtapoz evlerine gidiyorlar, Nadir betona kesip koyuyor kafayı. Çok iyi kötü öykü, güzel. “Salyangozlara Özgürlük” daha da kötü olduğu için dikkat çekici, aslında denemenin amuda kalkmışı da denebilir ama öykü olsun, denemeye yaslanınca kötülüğün şiddeti azalıyor. Anlatıcı karizmayı gömüyor bu öyküde, karizma dediğimiz şey dişteki bir yeşillikle, kulaktan fışkıran kıllarla kaybolur, çok uçucu bir şeydir, Clark mlark, Garbo marbo hep ölmüşlerdir, demek ki kalıcı değildir karizma. Global dünyanın getirisidir karizma, neyin neyden geldiği o kadar belirsizdir ki buna tamam, mesela salyangozlar hiç öyle değildir çünkü karizmanın tersi salyangozsa kuru gürültünün karşılığı iyi bir şeydir işte, uğraşmasın kimse. “Teslim olun Mr. Carisma’ya, beşlik kereste olmanız mühim değil. Yeter ki kabuğunuzu beğenmeyin, gerisi onun işi. O bir sihirbaz, o Mr. Carisma. Yepyeni bir kişilik kazandırıyor size, giyiminizle, kuşamınızla, yaşamınızla yepyeni bir kişilik. Paçalı dondan kurtarıyor sizi. Calvin Clein’la buluşturuyor.” (s. 26) Uş babo.
“Frankfurt’un Siyah Gülü”. Köyünden kalkıp gelen masum Anadolu kaplanları Ursula’nın, Heidi’nin, Hilda’nın zevk oyuncağı haline gelirler, pezevenkleri bunları işe gönderirken üst baş sorar, zorbalık yapar, kolay para kazanmak istemeyenin yallah fabrikaya gitmesini söyler. Eşlerine çocuklarına yazdıkları mektuplarda mutlu olduklarını söylerler ama gerçek öyle değildir, güçten düştükleri zaman hemen şutlanırlar zira yerlerine alınacak bir dünya Pakistanlı vardır. Ne zordur Almanya’da jigolo olmak, insanlar ne hayallerle oralara giderler ama seks batağına saplanıp kalırlar. Üzünçlü öykü. “Kıyıda İsyan Var” da öyle, yaz sonlarında denizin frijit bir kadına benzetilmesi, Güneş’in %20 kapasiteyle çalışması falan, edebî atakların arka arkaya gelmesi o kadar kötüdür ki çok güzeldir. Aslında The Room bir kitap olsa bu olurmuş, şimdi daha bir oturdu. “California’da Bir Ölü” mesela, Seniha Teyze ölmüş, yakınları cenazesinde ama torunlarından biri mi, Amerika’dan gelmediği için zibidilerden biri onu gömerken diğeri savunuyor, nasıl gelecekmiş ta oralardan. Gömen üstüne başına bakıp parayı kıramamaktan yakınıyor, diğeri yaşamın her şeye rağmen çok güzel olduğunu söylüyor, arada “baba”lar, “kanka”lar yerli yersiz. Bu kapağı atan iş becermiş, Mary Sue’yu tatilde düşürmüş de davetiyeyle gitmiş oralara, çok ballıymış. Saliha Teyze aşkların hormonlu, sevgilerin sanal olduğunu söyleyip dururmuş, dediği gerçek çıktığı için dünyanın en büyük fütüristiymiş. Her yerinden bir şey fırlıyor öykünün, her cümlesi bir icat, dört dörtlük. Şöyle bir başlangıç vereyim, kendimden geçeyim: “Hiç hayal kırıklığı yaşadınız mı? Şöyle gerçek bir hayal kırıklığı. Yakan, yıkan, süründüren sıkı bir hayal kırıklığı. Peki kendinizi hiç anardağ gibi hissettiniz mi ve bir yanardağdan bile talihsiz? Har ateşlerde kavrulurken bedeniniz o püskürtemediğiniz lavların yüreğinizi yaktığı oldu mu hiç cayır cayır?” (s. 53) Akıl muhayyile kalmadı, daha devam ediyor böyle, duygudan duyguya tekerlenirken dingil kırılmış da soğuk yalnızlıklara fırlamışız gibi. Diğer bir öykü, Talat Amca’nın bir yerde oynattığı kuklaların özlemi. “Bu koşuşturmaca esnasında unutulanlara da İnternet’ten sanal güller gönderiliyor demet demet! Daya burnunu ekrana kokla. Şimdinin hayali de bu işte!.. Nerde senin hayal dünyan, nerde robotların hayal dünyası… Ah Talat Amca ah…” (s. 58) Şaheserle bitireyim, zirvede tek başına pırıl pırıl parlıyor, oksijen sarısı saçlarıyla dolanan kadınlara hadlerini bildiren şair serserinin tek kişilik performansı unutulmaz. Nişantaşı’nda bir kafe, iki kadının muhabbeti. Erkekler hayvan öküz davarı oldukları için öyle davranıyorlar, Sumru şikayet ediyor, Sevda şikayet ediyor, ilki ikincisini bu konuda çok kez uyarmış ama Sevda davarların peşinden gitmekte ısrar ettiği için Sumru umutsuz artık. Son bomba o serseri adam, işyerine beş dakika mesafede takıldıklarını fark eden ikinci kadın davar sevene çıkışıyor, tam o sırada serseri geliyor. Sevda saçının rengini nasıl bulduğunu soruyor, serseri beğendiğini söylüyor, fahişe sarısıymış. Bundan önce Sumru’ya alenen sarkıyor, Sevda “havanın gerginleştiğini” fark edip saç bahsini açıyor, fahişe damgasından sonra ağlayacak. “Aslında onun gardı her zaman düşüktü… Her şeye ağlardı o; sokak kedilerine, tinerci çocuklara, dayak yiyen kadınlara; güle, toprağa, ağaca… Her şeye ağlardı. Adı Sevda’ydı. Duygusallığın taçlandırıldığı zamanların Sevdası…” (s. 75) Neler oluyor, serseri bu ikisine ağzına geleni söylerken kafede oturanlar şovu izleyip alkışlıyorlar, kadınlar tepki vermiyorlar, gösteri bitiyor.
Böylesi az bulunur kısacası, edebiyat olayıdır, okuyanlarla denk gelmek isterdim muhabbet için.
Cevap yaz