İskoçyalı vardı, bilimkurgu romanı yazıyormuş, adamı her gördüğümde tık tık tık. Bara geldi bir gün, ben de Neal Stephenson okuyordum o ara, sever miydi Stephenson? Adını duymadığını söyledi. Birkaç gün daha tık tık tık, sonra ortadan kayboldu. Emre’ye sordum, diğer hostele geçmiş, Yeldeğirmeni’ndekine. Bir ara canlı müzik yapıldı, Armin hep Radiohead çalıp söylüyordu. King Raam’ı bildiğimi öğrenince çok sevindi, Farsça bir şarkıyı canlı canlı ilk kez dinledim galiba. Türkçesi yarım yamalak ama anlaşıyoruz, sevgilisiyle birlikte orada çalıştıkları için hep rastlıyorum, güneş batarken terasa çıkıp sohbet ediyoruz. Emre aşağıda, yoğun saatler. Yıllar geçti, yorumladığı bir şarkıyı gönderdi geçen yıl, “Kimse Bilmez”, bir yerde çalıyorsa dinlemek istediğimi söyledim. Gideceklermiş, hazırlık yapıyorlarmış. Canlı müzik işte, ben de bir iki şey çalıp söylüyorum, “Down in a Hole”a eşlik eden biri var. Hayvan gibi söylüyor, birlikte çınlatıyoruz. New York’tan gelmiş, Avustralya’ya geçecekmiş ama bir süre yaşamak istemiş burada. Hikâyelerini anlatıyorlar da ne ölçüde doğru anlatıyorlar, bilmek imkansız. Personalarını bırakıp gidiyorlar belki, çok da önemli değil gerçi. Teoman’ın eskiden kankası olduğunu söyleyen bir adam vardı bir de, Teoman şarkısı çaldırmıştı da canavar gibi söylemişti. Rockstar görünümlü biri, yanındaki iki kadın roadie sanki, herkese bir şeyler ısmarlayıp duruyordu. Kafa ütülemeye başlayınca Emre zili çalmıştı. Çın! Mekan kapanacak, son bir içki isteyen alsın. Aldık hepimiz, terasa çıktık, uyuyacaklar odalarına gittiler. Yanda kocaman bir otel, şu Moda’nın başladığı yere dikilen. Uzaklarda Galata Kulesi, sağımızda Çamlıca’nın ucube anteni, her yanımız çatı. Emre barmen diye gidiyordum oraya, sonra Berika’yla Fethiye’ye taşındılar, gitmedim bir daha. İnsanlar ne olur öyle, vedalaşmadıklarımız bir yerlere dağılırlar da ne olurlar, bir daha göremeyeceklerimizin ne olduğunu, benim ne olduğumu ne yapmak lazım bilmiyorum. Birileriyle tanışıyoruz ve yaşamımızdan geçip gidiyorlar, biz gidiyoruz. Bunun bir adı olmalı, melankoli falan değil, yas değil, yiten insanlarla ilgili bir duygu, ad. “Bu da böyle bir şeydi” deyip geçemedim, bir sigara sardım, kaç yılda ne yaptığım da gelmedi aklıma, bir o akşamlar. İşten çık, Karaköy’e in, vapura bin, Kadıköy’de in, merdivenleri çık, Emre önüne birayı koysun. Gerisi şans, o gün yukarı kim gelirse, yukarıda kim varsa. Bar biraz şans işi. Genel. İşim yoktu da bunları hatırladım, trendeydim, Bektaş’ın öykülerini okuyordum. Habib Bektaş da çok okunması gerekip az okunanlardan değil, hemen hiç okunmayanlardan. Delidolu bastı biraz da külliyat yarım kaldı, mesela böyle bir kitabının olduğunu bilmiyordum Bektaş’ın, sahafta rastladım. Sırf insana odaklı olduğu için kısacık ama upuzun öyküler var kitapta, Bektaş “Önsöz”de meramını anlatıyor. Barın arkası meyhanecinin, önü müşterinin, her iki tarafta da çok bulunmuş Bektaş. Konum değişince görülenler de değişiyormuş, yazmak istemiş bunları Bektaş, meyhaneleri ve kendi meyhanesini. Yazdıklarının anı olacağını sanmış ama öyküye vardığını anlamış, bir öyküde yer verdiği müşterisine öyküyü okutmuş da müşteri anlatıldığı gibi biri olmadığını, anlatılanın kendisi olmadığını söyleyince kurmacanın niyeti de aştığını anlamış Bektaş. “Öylesine yoğundu ki yazma eylemim, yazdığım mı yaşadığımdı, yaşadığım mı yazdığım, bilmiyorum. Bunu düşünmek, bilmeye çalışmak da gereksiz belki.” (s. 6) Biraz belli oluyor aslında, öyküye çalan metinlerde uç veren bölgeleri bulabiliyoruz, anılar biraz daha kendilik taşıyor, rahatça yerleşmişler metne. Kıyası okura kalsın.
Meyhaneye birileri gelip gidiyor, arkadaşlar veya yabancılar, mutlular ve mutsuzlar, durduk yere ağlayanlar ve gülenler, çeşit çeşit insan. Arıza çıkaranlar yok, sadece tuhaflar var. “Noel” ilk öykü, her yer kapalı olmasa hiç yazılmayacaktı belki. Anlatıcı açık bir meyhane, pub, neyse ona bakınıyor da yok, o zaman kendi dükkânını açıp beklemeli, belki biri gelir. Ailesi olmayan, dostlarıyla dargın, Noel’i yalnız geçirecek birileri. Rakı, beyaz peynir hazır, birileri gelsin de para almayacak anlatıcı, yalnız kalmamak istiyor. Hırçın bir adam geliyor, anlatıcı dileğinden pişman değil de beklentisi karşılanmadığı için üzgün, adam durmadan konuşuyor. Kadın bir de, sessiz, oturuveriyor. Meyhaneci hassasiyeti: “Kadın, tüm yürekkapılarını kapatmış. Konuşsa bile, kendileri için, kendilerine dönük konuşur böyleleri. Yüreklerinin kapılarını kitlemeleri, bencilliklerinden değildir. Duygularına saygılarındandır. Tutumludurlar duygularıyla.” (s. 9) Şarabını hırsla içiyor, gözlerinde bir ışık veya karanlık, gözleri soluk. Şarabını içip kalkıyor kadın, karların içinde yitiyor. Ne gördüğünü anlayan meyhaneci peşinden koşuyor ama göremiyor kadını, ertesi gün gazete almamaya ve sonrasında intihar haberlerini okumamaya karar veriyor. “Bam güm son” da Bektaş’ın üslubu, diyalogları pek başarılı, bir de sonu sezdirmeyince tamam bu iş, öykü gibi öykü. “Duvardaki Halı”, şimdi bu bir anıysa yine tamam değil ama tamam, sondaki açıklamayı anıya sıkıştırırız da öykü dinamiğinde sona açıklamayla gelmek, eh. Şudur, cuma akşamları gelen bir adam var, yaz kış geliyor, bisikleti çok eski, kendisi kalın gövdeli, yaşlıca bir adam, köylü kökenli. Yıllardır girişteki masaya oturuyor hep, beş bira içip kalkıyor. Anlatıcı yıllar boyunca hiçbir şey sormamış, o gün soracağı geliyor, adam niye duvardaki halıya bakıyor hep? Gözler dikili, vücut sabit, arada biradan fırt, halının desenleri arasında yolculuk. Sıradağlar, at, kar veya orman, oralarda bir yerde kaybolmalık. Anlatıcı sorduğu an bitiyor bunlar, halıyı hediye etmek istediğini de söylüyor, adam cevap vermeden kalkıyor, kaçarcasına çıkıyor meyhaneden bir daha geri dönmüyor. Anlatıcıya göre tüketim aygıtı haline gelen herkesin yaşayabilmeleri için bir halıya ihtiyaçları var. Bu açıklama olmasa bir şey, olsa başka şey, gönül olmamasından yana.
“Ulli ve Hasan Amca” ne güzel öyküdür, belki de kitaptaki en güzel öyküdür. Ullrich çarşambaları gelir, elli yaşında gösterir ama otuzlarındadır, tükenmiştir. Bazen ortadan kaybolur, üç ay gelmez de bir anda ortaya çıkar yine. Son kezinde beş ay geçmiştir aradan, ağlar gibi bir hali vardır, kovulduğunu sayıklar. Nereden, kim, belli değil. Kimliğinde “Alman” yazıyor da Türklerden daha yabancıymış kendi ülkesine, düzenle bütünleşemediği için daha da. Hasan Amca çıkıyor o an ortaya, geleli yirmi yıl olmuş ama tek kelime Almanca öğrenememiş, arada meyhaneye damlayıp sohbet ediyor. Ulli’yle Hasan Amca yan yana oturuyorlar, anlamıyorlar birbirlerini. Ulli soruyor, hayır, anlatıcının babası değil. Bir şey içsin o halde. Hasan Amca’ya eğilip soruyor, bir şey içer mi? Hasan Amca’dan tepki yok, Ulli bir şey içsin diye yalvaracak adama. Hasan Amca yerinden kalkıyor, Ulli’nin ellerini sıkıyor, her şeyin gönlüne göre olmasını söylüyor ve yanağını okşayıp yerine oturuyor. Ulli’nin gözleri iri iri açılmış, Hasan Amca’nın yanına gelip elini omzuna koyuyor, ölen annesinden başka kimsenin öyle okşamadığını söylüyor ve masalara çarparak kaçar gibi çıkıyor meyhaneden. Hasan Amca’ya Ulli’nin söylediğini çevirmek istiyor anlatıcı da Hasan Amca istemiyor, gerek yokmuş. Gönül Yarası‘ndaki meşhur sahneyi hatırladım, Aynur Doğan’ın türkü söylediği. Dokunuş dilin yerine geçiyor, bir şarkıyı dinlerken hüzünlenmek için sözleri anlamamız şart değil ve bu kitap ne iyidir, Bektaş’a sonsuz teşekkür!
Cevap yaz