Guillermo Cabrera Infante – Tropiklerde Şafak Manzarası

Dünyanın herhangi bir yerinde olmak başka bir yerinde olmakla aynı değildi. İki yerde de savaşlarda ölürdük, salgın sırasında ölmezsek kıvranırdık, ortaklığın bittiği noktada trenin rotasının dışındaysak uzun ve zahmetli bir mücadeleye girmek zorundaydık. Şu dalganın başlamasından çok önce, Infante’nin jeolojik olayları sıralayarak gösterdiği gibi, insanlar bir yerlerde dolanıyorlardı. Okyanusun ortasında plop diye beliren adalara giderek yayıldılar. Göller, vadiler vardı, uzunca bir adanın doğal limanlarında, su kenarlarında, tepelerde yerleşim alanları kuruldu. Siboneyler geldi, onlara uşak muamelesi yapan Tainolar, Karibeler, türlü insan birbirini yedi bir ara, sözcüğün gerçek anlamıyla. Beyaz adamlar geldiler bir ara, dalganın yükselişine daha vardı, adanın güzelliğine hayran kaldılar. Yerlilere pek yıkanmamalarını söylediler, 100 yıl içinde 100 binlik nüfus 5 bine indiğinde yerliler yıkansalar da pek bir şeyin değişmeyeceğini bilmiyorlardı, topluca intihar edenlerinin umurunda bile değildi temizlik. İsyancı yerlilerin oklarına karşın beyazların kılıçları ve atları, gravürlerde bariz: Yenik yerlilerden biri şık giyimli rahibe İspanyolların cennete gidip gitmediğini sormuş, gittiklerini öğrenince en iyisinin cehenneme gitmek olduğunu söylemiş. Infante epizotlarla kuruyor sahneleri, günümüze yaklaştıkça eziyet uzayacak, bölümlerle birlikte. Başkanların suikasta uğramalarından, cesurların bir anda kaybolmalarından önce, günümüzden uzaktaki hikâyelere yabancı değiliz. Dalganın sonundaysak başında nelerin yaşandığını şimdi biliriz, yaşıyoruz. Fatihler köy meydanında toplanmış yerlilerin ellerindeki armağanlara, balıklara, manyoklara bakarlar, askerlerden biri kılıcını çekerek kafa, kol, ne bulduysa uçurmaya başlar, diğerleri de onu takip ederler. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde “Matanzas” adında bir vilayet yoktur: “domuz kesimi”, “katliam”. Kaçan yerlileri ve zenci köleleri kovalamak için katil av köpekleri ihraç edilir, Birleşik Devletler’in güneyinde iyi iş görür. Gravürün orta yerinde kendini savunan yerli, köpekten daha köpekçe mücadele eder, kendini savunur, gravürde böyle yazmaktadır. Arada hükümet kurulur, devlet pörtler yani, tütün ekicileri ayaklanınca devlet üzerine düşeni yapıp 1000 kişilik gösterici grubunu hacamat eder, birkaç eylemciyi kurşuna dizdirip krallığın yollarındaki türlü ağaçlara astırır. Köle ayaklanmaları genellikle parlamadan söner, birileri mutlaka haber uçurur ilgili kişilere, ilgili kişiler de kafaları uçurur. İdamından bir gece önce üne kavuşmasını sağlayacak şiiri yazan şairin mahkemede tek bir söz bile söylemediğini hayal ediyorum, soğukkanlılığını korumuş. Duvar yazısı, en az 150 yıllık: “ya baamsıslık yaölüm”.

İsyancılar belli bir yeri ele geçirmeye çalışırlar, yolda hiçbir güçlükle karşılaşmazlar. Bölgenin başkanı kayıtsız şartsız teslim olacağını söyler, aksi gibi o sıra karşı istikametten gelen düşman birliğini görmeyen, kutlamayla uğraşan isyancılar yaylım ateşiyle karşılaşıp telaş içinde geri çekilirler ama o köy ülkenin bağımsızlık simgesine dönüşmüştür artık, kazanılan büyük zaferin ilk adımıdır. Dalga yükselmeye başladı o sıra, silahlar geldi, iletişim olanakları arttı, isyancıların elde ettikleri tüfekler işgalcilerinki kadar iyi olmasa da direnişi dağa taşa duyuyordu, yeterdi. Kurşunların önüne saldırmalarla atlayan isyancıların şarkıları da söylenir, kazandıkları savaşlar karşı tarafın daha iyi silahlanıp tekrar gelmelerine engel olmaz, ama, böyledir, işgalciler ve isyancılar. Karabinanın namlusunu şak diye kesebilen saldırma aslında şekerkamışı kesmek için yapılan iş aletidir, aynı zamanda ormanda patika açmak ve çalılar arasında yol açmak için kullanılır, Avrupa’daki muadillerinin üzerinde aşırı değerli taşlar, pahalı sedeften süsler vardır, en güzelleri Collins nam markanınkidir. Custom işler revaçtadır, başka türlüsü mümkün değildir çünkü, katliam henüz mekanikleşmemiştir. Biraz mekanikleşmiştir, saldırma tarafında değil. Reklam kuşağı kıtaların arasında yükselir, bir yanda silah parçalayan aletler ustalarına göre değerlenir, diğer yanda barutuydu, demiriydi, hepsini bir araya getirip silah üreten ustaların yerini şeritler alır. Bu şeritler diğer kıtadaki tütün fabrikalarında gazeteleri, öyküleri, romanları dinleyecektir sonradan, işçilerin eğitimi için fabrikalarda okuyucular tutulur da Zola’nın, Balzac’ın metinlerini baştan sona aşarlar üretim sırasında. İnsan şeritleri, biraz daha az makineleşmiş yerlerde, söz gelişi tuz ocaklarında insan pastırmaları, aralarında birkaç kitabı bilmek dışında hiçbir fark yoktur. Eli kalem tutanların kaderi de farklı değildir, başka türlü öğütülürler, mezarlıkların arasında gezinip hocalarını bekleyen tıp öğrencileri mesela. İskeletleri taşıdıkları el arabasını bir köşeye bırakırlar, ertesi gün İspanyol bir gazetecinin mezarındaki çizik görülünce başlarına gelmeyen kalmaz. “Resmi görevliler arasında derhal büyük bir panik yaşandı. Gönüllü muhafız birliğinden çekindiklerinden, tıp fakültesinde okuyanların arasından rastgele seçilmiş öğrencileri yargılamaya giriştiler. Seçilenlerin bazıları o gün derse girmemişti bile. İçlerinden ikisi şehirde değildi. Sonunda öğrencilerden sekizi yargılandı, ölüm cezasına çarptırıldı ve kurşunu dizildi. Hiçbiri yirmi yaşını geçmiş değildi.” (s. 31) İsyancılara katılan entelektüeller ne yaparlar, kurşun yiyip sakat kalırlar, bir başlarına yaşamak için doğanın derinliklerine giderler ama yalnızlık onlara göre değildir, çocuklara ders verip bal petekleri toplarlar. Şiirler düşer, öyküler dökülür, generallerden biri yabancı bir gazeteciyi ağırlarken entelektüellerden yardım alırlar. Birinden bahsediyor Infante, haberci uyarmaya geldiğinde yazar teselli eder haberciyi, sonuçta mektup yazmak ve hapiste ölmemek dışında hiçbir şey yapmamıştır ve yanında altıpatları vardır. Beş kurşun gelenlere, biri kendine. Sabahın kör karanlığında çocuğun teki gelir bu kez, askerlerin köye girmek üzere olduklarını söyler, yazar hemen sık çalılıkların arasında kaybolur. Hayvanlar, yapraklar, etrafı kuşatılmıştır. Gözcülerden birine ateş eder, askerlerde biri üstüne atılınca bir kurşun da ona, kayaların arasından aşağı yuvarlanan askerin arkasından baktığında hayatında ilk kez birini öldürdüğünü düşünür. Sondur ayrıca, üç kurşun birden saplanınca suya düşer, köklerin arasında takılıp kalır. Başkalarının en ünlüsüdür sanıyorum: “Çok hasta olduğu halde onu darağacına arabayla değil, eşek sırtında götürdüler. Yere inmesine yardım etmek zorunda kaldılar; o kadar çökmüştü ki, aradan çeyrek yüzyıl geçtikten sonra milli marş olacak marşın o cesur bestecisi zar zor tanınacak haldeydi. Neredeyse sürükleyerek götürdüler onu kurşuna dizileceği duvarın önüne.” (s. 35) Dalganın neresi oluyor burası, ada yeterince geliştiğine göre demir ağlarla örülmüş, idam mangaları bir uçtan diğerine yolda kim varsa indirmeye başlamıştır. Devrimciliğe soyunan şairler, patronlara ateş saçan işçiler, sözcüğün gerçek anlamıyla. Savaşmaya değen bir şeyler için teslim olmamayı seçen generaller çenelerinin altından sıktıkları kurşunlarla burunlarının deliklerini teke indirirler, alınlarındaki yıldız bayraklarına göndermedir. Anneler vardır, oğullarının teslim olduklarını öğrendiklerinde öyle bir oğullarının olmadığını söylerler, intihar ettiklerini öğrendiklerinde, evet, oğullarını gururla bağırlarına basarlar. Ölüler bağırdan başka bir yere gitmez.

Telefonlara, televizyonlara, araçlara gelemedim, hikâyeler uzadıkça toprağın yuttuğu kana boğuldu, anlatacak başka bir şey olmayınca her araç bir diğerine benzedi. Kitlenin iletişimi yeni zaferlerden veya yenilgilerden başka bir şey bildirmeyince dalganın öldüğü yer belirgin. Beyaza dönüşüyor adanın kıyılarında, kızıl kızıl köpürmeye başlıyor, Küba’nın tarihinde onca büyük ölüm varken hangi birini anlatıyor Infante, isim vermiyor. İsim bir mutlağı belirtiyor, bu anlatılarda olmayanı. Ölüm var, adı herkese aynı. “İsyancı bağırdı: ‘Generali öldürdüler!’ Birliğin morali bozuldu. Bir teğmen, isyancıyı sırtından vurdu ve yerinde doğrularak ‘General ölmedi!” diye bağırdı sağa sola doğru. ‘Kumandan hayatta!’ İsyancılar yeniden birleşip düşmanın üstüne doğru ilerledi ve artık tamamen kaybedilmişe benzeyen çarpışmayı kazandılar.” (s. 53)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!