Bay Valéry çok yükseğe zıpladığında uzun boylu insanlarla aynı boydadır kısa bir süre için, onlar da zıpladıkları zaman ne yapacağını kestiremez, taburesinin üzerine çıkar ama hareketsizdir bu kez, tekerlekli tabure olmaz, havada donmak olmaz çünkü kim donmuştur havada, havanın donmasıyla insan da donar, dünyanın o kadar soğuması için bir yıldız tarafından terk edilmesi gerekir. Beyefendi çaresizdir, amuda kalkar, belirli bir mesafeden baktığında insanları tepeden görür ama aşırı yükseklikten arkadaşlarını kaybedecektir bu kez, insanları toptan yitirecektir. Evcil hayvanını sevmekten kaçınır beyefendi, yine de besler, kalbe keder getirecek olaylardan kaçınmak için bir kutunun içine koymuştur hayvanı, üstten bir delik, alttan bir delik, kutuya karşı sevgi beslenemeyeceği için evcil hayvanının beslemekte, sevmemektedir. Kafasına geçirdiği şapkayı yüzünü kapayacak şekilde geçirmeye karar verdiğinde kadınlar önünden geçerken selam veremez, kaba olduğu söylenir, oysa şapkasını çıkarmaya çalışmaktadır. Yağmur damlalarının arasından geçmekte, çizdiği resimle damlaların arasından ok gibi fırladığını göstermektedir, kuru olduğuna göre ıslanmamayı başarır, insan faktörünü düşünmediği için bir kova suyu başından aşağı yiyince iki çizginin kesiştiği noktayı kendi bilir, kesişim mantığa aykırı gibi görünmektedir ama beyefendi için her şey mantık sınırları çerçevesinde mümkündür, mantık kafadan aşağı dökülen bir kova suyu mümkün kılmaktadır. Ayakkabılarının teki siyah, diğeri beyazdır diyelim, yanlış ayakkabıları giydiğini söyleyenler beyefendi diğer çiftleri giydiği zaman da aynı şeyi söyleyecektir, öyleyse her ikisinin yanlışlığı her ikisinin doğruluğunu da göstermektedir, yani biri siyah biri beyaz olan ayakkabıları giymek doğruysa her iki yanlışla her iki doğru birdir. Doğrunun tanımı önemlidir, Valéry genel doğruyu değil öznel doğruyu tercih eder, egosantrizmini yaralamaz. Hacimsiz evini düşünelim, bir yüz ve kapıdan ibarettir bu ev, böylece girişle çıkış bir hale gelir. Dört kapılı, kare şeklindeki ev daha da iyidir, hangi kapıdan girilirse girilsin her yer çıkışa dönüşecek ve daracık alanda dikilmek odalarda kaybolmayı engelleyecektir. Dinlenmek için seçeneklerin olmaması gerek. Tavares yine eylemi çıkarıp koyuyor ortaya bir yerlerden, seçim yapmamanın sabit mutluluğu. Ayakta uyuyor beyefendi, bir kule her şeyi görmek için yapıldığından yatay kule yok, küp şeklinde bir kule de yok çünkü o zaman şüpheler, tartışmalar olmazdı, kürenin her yanı her yanında yer aldığı için arıza çıkaracak bir kıyısı köşesi başka şekillerde. Mantığı hoş beyefendinin, eşini de bu mantıktan ayırmıyor: X olan bazen Y, bazen Z olabiliyor, neye ihtiyaç varsa. Denk kenarlı şekillerin, eğribozukluğun tepesinde bir gölge bazen, bu yüzden evlilik sürüyor, aksi halde şekle uyum sağlayıp değişkenliğini kaybederdi. Neyse ki mükemmel olmayan küpler ve küreler var, beyefendinin görüşü. Yalan ve gerçek ilişkisinde bir tek gerçeğin çoğaltılarak gerçeklikler haline getirilebileceğini söylüyor da yalanlar o kadar az değil, en az gerçekler kadar var, hemen çalakalem çizip örnekliyor beyefendi. En son yalanların içinde bir gerçek kalıyor, yalan için tek bir olasılık yeterliyse gerçeğin sunduğu tekillik diğer her şeyin yalan olduğunu gösterir, ortadaki beyaz bir noktanın yanındaki siyah noktalar o beyaz noktanın gerçekliğini koruyabilmesi için bilişsel bir zımbırtı sanki, deneyimlediğimiz gerçeklerin etrafını öznel yalanlarla doldurarak koruyoruz biricik hakikatimizi. Yeterince hızlı koşarsak üç parçalı gerçekliğimizi, ulaşamayacağımız “ben”imizi de görebiliyoruz, geçmişle şimdi, şimdiyle gelecek arasındaki ayrımları şöyle üç adımda aştıktan sonra üç “ben”i tek bir bedene sıkıştırabiliriz, aynı anda üç “ben”i yaşayabiliriz veya, üçü bire veya üçü hiçe indirebiliriz, o kadar hızlı koşmamız halinde zamanların tümlüğü.
Altı beyefendi yazarlarını bulmuşlar, kendi yazdıklarının yanında buldukları yazarın kendi metinlerinden ilhamla yazdıklarına da karakter olmuşlar, gezintiden ormana, düşünceden başarıya parantez içlerindeki özellikleriyle anılmışlar. Her beyefendide üslup değişiyor, resimler geliyor bazı anlatılarda, Calvino’nun gezintileri veya Walser’in ormanı tanıdık. Ortak mevzular var, beyefendinin biri nesnenin içindeki boşluğu sattığını söylerken nesneyi çiziyor, görenler boşluğu değil de tabağı sattığını söylüyorlar çünkü söz konusu tabak, oysa tabağın içindeki boşluk satılık ama tabak çizimi boşluğu işaret etmiyor da ediyor, bir gölgenin karanlığa çizilmesiyle gölgenin mi karanlığın mı çizildiğinin anlaşılamamasıyla aynı, denizin çizilmesiyle denizin mi ıslaklığın mı çizildiğinin anlaşılamamasıyla aynı, insanın çizilmesiyle geçmişin mi geleceğin mi çizildiğinin anlaşılamamasından farklı, insan geçmişinin toplamı veya şimdisinin var olmayan geleceğinden çıkarılmış hali. Juarroz bir mantarın kâğıt üzerindeki halini gerçek biliyor diyelim, uzun zamandır dışarı çıkmadığı için üçüncü boyutu kaybetmiş, içeride kalmanın üçüncü boyutu ortadan kaldırmasına dair hiçbir veri olmasa da kabul, o halde sağ tarafı zehirli mantarın sol tarafı her zaman yenebilir, sanki ortadan bir dik inilmiş de ikiye bölünmüş mantar. Mantarın ikiye bölünmesi kâğıdın da ikiye bölünmesi, sol tarafa bir şey yazmamak gerek. Juarroz düşmenin bir yukarı aşağı meselesi olduğunu söyler, sağla solla işi yoktur düşmenin. Bu benim hayalini sıklıkla kurduğum bir şey olduğu için hemen yakalandım, Dünya’nın pek yakınında bir gök cismi oluşsa da yerçekimimizi alt etse, bir anda tüm nesnelerle birlikte yana doğru düşmeye başlasak ne olacağını merak ederim. Koca binalar, belki yer kabuğu kalkıyor, arasında insanlar, yerden az az uzaklaşıyoruz ve yanlık gökyüzü haline geliyor bir süre sonra, giderek hızlanıyoruz ve çekildiğimiz yere gelmeden bilincimizi kaybediyoruz, tabii iki apartmanın arasında ezilmediyse. Neyse, bu bir yön sorunu sadece, düşmek bize en yakın ve en büyük nesnenin yol açtığı bir şey. Bize en yakın ve en büyük nesne Dünya, katılığı olmasa düşerdik ama durmuş durumdayız, durumumuz durmak. Daha büyüğün daha çok çekmesi gözlemlenebilir, bizim buralarda pek yok. Karadeliklerle ilgili varsayımsal öngörüler kaçıncı yüzyıla kadar geri gidiyordu, Antik Yunan’da ilk nüveler var, sonra 18. yüzyılda ayyuka çıkıyor, ardından: “Böylece musluğun şıp-şığını düşünce yoluyla durdurmaya karar verdi, çünkü eylem yoluyla durduracağı yoktu. Mozart’ın bir müziğini düşünmeye başladı, bu sırada müziğin sesinin gerçekliğin sesini bastırmasını sağlamak için fazladan dikkat sarf ediyordu. Öyle de oldu.” (s. 176) Şıp-şıp Mozart’ın eserine uyum sağlasa da dünya bölünmese diye düşünürüz, bir şey bir şeye baskın geldikçe şeylerin birleşiminden hayır gelmez, Calvino’nun Heidegger tandanslı öykülerinden hallice metinler çıkar önümüze, Brecht’in hikâyeleri malum. Sosyal dengesizlikleri sayısal bir dengelemeyle düzelten hükümet her yoksulun yanına iki nöbetçi koyar, haritalar hazırlanmadan çıkılan seferde bütün ordu bir çıkmaz sokağa girer, aynı kitabın yüz bin kopyasından hangisini alacağını bilemeyen müşteriler dükkânda oyalanıp dururlar, kaleye sıkışan bir ordu dışarıya karşı içeriyi savunurken kendini kendinden savunamadığı için hurra dışarı fırlar, turistler ölüm turizminin cazibesine kapılmamışlarsa da geldikleri ülkede çıkan çatışmalar sonucu hayatını kaybedenlerin fotoğraflarını çekmeye başlarlar, boynu tutulan kraliçenin gönlü olsun diye emir verir kral, herkese sarayın önünde iş yapmalarını söyler, bir de çember çizeceklerdir sıklıkla. Bütün bu hikâyeler arka arkaya sıralanırken salonun çizimleri de birikir, başlangıçta bomboş olan salon zamanla dolar, Brecht o salondan nasıl çıkabileceğini düşünmeye başlar. Hikâyelerdeki insanlar birikse kralların arasında bir Brecht, hikâyeyle var ancak.
Cevap yaz