Saunders hakkında söylenen birkaç şey var, Tobias Wolff’a göre şu anda en kötü ve en güçlü eğilimlerimizle şekillenmekte olan, düşüşe geçmiş bir gelecek dünyasına dair gerçeküstü ve tuhaf bir biçimde ikna edici bir tablo yaratıyor Saunders. Etkisi korkutucu, komik ve unutulmaz. İkna ediciliği tuhaf da yakın geleceğin öyküleri günümüzün dünyasına öyle bir yaslı ki başka bir ihtimal olamazdı zaten, teknolojinin nimetlerinden sonuna kadar yararlanacağımızı, otonom sistemlerin insanlığın işini kolaylaştıracağını söyleyen pembe gözlüklüler neoliberal paşaların yedikleri haltları anlatmıyorlar, ne geliştirilecekse insanlığın emrine sunulacağını, kırmızı halı serilir gibi serileceğini müjdeliyorlar. Böyle olmayacak tabii, Harari’nin de en çok eleştirildiği nokta tam olarak bu: Aygıtı olan düdüğü çalar, düdüğü çalan aynı zamanda aygıtla birlikte mucidini satın alandır, geri kalanlara bok yemek ve geleceğin süper olacağı hayaliyle oyalanmak kalır. Bu açıdan Saunders’ın esas karakterlerini bu tür bir uykuya dalmış insanlar olarak görmek biraz aşırı yoruma kaçar ama bir noktada hedefe gölgesini düşürür. Bütün öykülerde teknoloji harikası yapılarda çalışan bir işçi ön plandadır, anlatıcı genellikle bu işçidir, mevzusu insanlık dışı muamelelere maruz kalması ve ruhsal anlamda iflasıdır. Gönüllü köleliğini dünyanın tuhaflıklarıyla örtmeye çalışmaz da hipnoza girdiğini göstermek de istemez, sadece nasıl hapsolduğunu sezdirmek ister sanki. İçSavaşDiyarı’nda çalışan anlatıcı, patronunun sürekli küçülmeye gitmekten bahsettiğini söyler, yasa dışı olaylar yaşandığında polise gitmez, mekana dadanan çeteleri ortadan kaldırması için Sam’le, psikopat bir katille anlaşır. Diyar düşüştedir, patron yaşanan son faciadan sonra fişi çeker, Sam işlediği suçları bildiği için anlatıcıyı lime lime ederken anlatıcının ruhu bedeninin üzerinde yükselir ve Sam’in içine girerek adamı değiştirmeye çalışır ama nefretten başka bir şey bulamaz içeride, taş gibi bir nefret. Olağanüstülük, Sam gibi ot yiyerek yaşayan karakterlerin varlığı öykülerin uçuk kaçıklığını sağlar, kapkaranlık ortam biraz aydınlanıp matraklaşır da o çıkmaz, kilit, ağıt, kölelik rızası hep oradadır, kendini hep gösterir. Sezginin ötesinde de görebiliriz, mesela çoğu öykünün anlatıcısı sosyal yaşamda da feci düşüştedir, evi çekip çeviremediği veya eşini tatmin edemediği için her an terk edilme korkusuyla yaşar ki bu öyküde anlatıcının eşi gerçekten de terk eder adamı, çocuklarını alıp gitmiştir. Yetememenin hikâyesi değişmemiştir, hayaletlerin cirit atıp son model oyuncakların alternatif gerçeklikler yarattığı dünyada ezilenlerin altta kalmasına yol açan mekanizma hiç değişmemiştir. Bir eleştirmen Bay Saunders’ın kâhin olmadığını umduğunu söylemiş de geleceğin bu şekilde inşa edilebilme ihtimalinin kuvvetini biliyoruz, köhne kapitalizm varlığını sürdürdükçe kâhin olmaya gerek yok, Saunders’ın anlattığıdır karşılaşacağımız. Kakutani’ye göre Amerikan rüyasının karanlık taraflarını betimliyor Saunders, yalnızların, mülksüzlerin, ezilmişlerin ve talihsizlerin yaşadığı kayıpları, yanılsamaları ve dehşetleri anlatıyor, Newsweek de başka hiç kimsenin günümüzün sanayi sonrası yavanlığını bu tür fantezilere dönüştürmediğini söylemiş. Şu paranteze (1989 ile 1996 arasında Radian Corporation’ın ofisindeki bilgisayarında yazmış öyküleri Saunders, bir amirin yeraltı sularının kirlilik düzeyi hakkında teknik bir rapor değil de bir öykü yazdığını görmemesi için masaya doğru eğilirmiş. Hemingway tarzı sert, minimal ve trajik öyküler yazıyormuş başta da yaşadığı hayatla hiçbir ilişkileri yokmuş o öykülerin, Saunders hayal öğütücünün tam kalbindeyken öyle gerçeklikler yazmanın bir işe yaramayacağını anlamış. Bir saatlik işe bir buçuk saatte yapacağını söyleyip yarım saati öykülerine ayırıyormuş, sevmediği bir işte çalışmanın ve türlü saygısızlığın karşılığı o öykülermiş. Alınan kilolar, kaybedilen enerji, uzatılan atkuyruğu, iki çocuk ve bir eş, Saunders memleketinin meşhur rüyasını satın alacak parayı bulamıyormuş bir türlü, başarısızlığının ailesini paramparça edeceğini düşünüyormuş ki öykülerindeki parçalanan aileleri anlıyoruz böylece. Ailesinden ve işinden çaldığı zamanla yazdığı metni eşine okuması için veren Saunders bir süre sonra salona dönünce eşinin başını ellerinin arasına alıp yere baktığını görmüş, birkaç kötü günden sonra üniversitede yazdığı öyküleri eşelemeye başlamış ve o parıltıyı çoktan yakaladığını anlamış. Sattığı ilk öyküden sonra ne yazması gerektiğini biliyormuş artık, ne yaptığını bildiğini, işini yapması gerektiğini söyleyen amirine hareket çekemese de ışığa doğru yürümüş ve ta daa, ilk kitabı basılmış. Gerisi şahane bir başarı hikâyesi, üstelik ödenen bedelden çok daha değerli. Bu da bir öykü, bunu da Saunders’ın öykülerinin arasına koyabiliriz, dünyamız da öykülerdekiyle kıyaslarsak yeterince distopik) Saunders’ın öykülerle ilgili yazdığı son bölümden bir şeyler sıkıştırmalıyım, Saunders’ın neden fanteziler yarattığını gösterir. Fantezilerin o kadar da fantezi olmadığını da gösterir. Distopyalar gerçekliğin varabileceği bir yerdeyse fantezi midir?
“Dalgayapar Bozulunca” Saunders’ın bu kitap için yazdığı ilk öyküymüş, yüzmeli eğlenmeli bir tesiste eşiyle birlikte çalışan adamın dilinden. Saunders’ın öykülerinde iki tekniğin ağırlığı hissediliyor, ilki o dünyayı açan ve esas hikâyeye bağlanan yan hikâyeler, ikincisi de ansızın ortaya çıkıp yine o dünyayı açan, hikâyeleriyle birlikte gelen karakterler. Bu öykü Yoldan Çıkmış Rahibeler Merkezi’nde ikamet eden Viv’in dayanılmaz yaşamıyla başlıyor, vidaları gevşeyen Viv’e İspanyol alabalığı deresinde tefekküre dalabilsin diye sezonluk kart çıkarmışlar, sürekli gelip gittiği için Basklı kostümü giyen işçiler onun yanında Baskça konuşmaya zahmet etmezlermiş. Saunders’ın bilgi topağını geçtim, bilgi dalgasına bile başvurmaması da öykü dünyalarını müthiş sağlam kılıyor, sırf olaylar üzerinden neyin ne olduğunu anlıyoruz, o dünyaya dair akıştan ayrıca bir malumat verilmiyor. Viv işte, hızla sürükleniyor derede, herkes izliyor, anlatıcı bir koşu sistemi kapatmaya gidiyor ve fiberglas yüzgeçler derisini iki kez çizse de durmayıp Viv’i kurtarıyor. İki hafta sonra Viv rahibe yemekhanesinde cinnet getirerek bir yemekhane görevlisini bıçaklayarak öldürüyor. “Bay Vicdan Azabı” anlatıcı için yeni bir acı. Bir süre önce kendi hatası yüzünden ölen çocuk gözünün önünden gitmiyor bir türlü, çalışmak zorunda olduğu için travması sürekli besleniyor. Eşi Simone’un denizkızı kuyruğunu takıp şovuna başladığında Leon’un bakışlarını fark ediyor, yine bir dağılmanın başlangıcı. Anlatıcının öldürdüğü çocuğun adı Clive, öyle bir vicdan azabı ki gidip Clive’ın evinin pencerelerini boyuyor anlatıcı, evin önündeki arabanın yağını değiştiriyor. Clive’ın kız kardeşine göre o gizemli işleri Clive’ın ruhu yapıyor, hayalet kız kardeşine mektup da bırakmaya başlamış. Simone’a göre kızı delirtmenin, acıyı uzatmanın lüzumu yok ama duramıyor anlatıcı, nihayetinde Clive’ın babası gece üçte telefon edip anlatıcıyı öldürmeye geleceğini söylüyor. Muazzam bir sahne. Baba kontrolü kaybediyor, silahı anlatıcının kafasına dayıyor, anlatıcı altına işiyor o sıra. Acı çekmezdi daha fazla, eşinin ihanetini görmezdi, Clive’ın parçalarının yapıştığı insanların kana bulandığı görüntülerden kurtulurdu. Hiçbir anlatıcı için kurtuluş yok, kurtuluş sadece ideal dünyalarda gelir. Sandman’i esir alan adamın oğlu diyordu, mutlu sonla biten öyküleri yazanlar nerede duracaklarını, öykülerin nerede biteceğini bilirler, aksi halde ölüme varan yaşamlar öyküleri hüzünlü kılar. Saunders yeterince uzatıyor, böyle söyleyebiliriz.
“180 Kiloluk Genel Müdür” olsun, “Son İndirme Bayan Schwartz İçin” olsun, kitaptaki bütün öyküler on numara. Geleceğin çoktan geldiğini anlatıyorlar, teknolojik zamazingolar yok bir. Sırf şu öykülerden bile sistemin insan için ne kadar tehlikeli olduğunu anlayabiliriz. Saunders çok büyük bir yazar.
Cevap yaz