Dünyanın en büyük kurumlarının hazırlattığı raporlarda sağlık hizmetlerini kâr aracı haline getiren neoliberalizmin adı, raporu hazırlayanlar sağ olsunlar, hoşnutsuzlukla anılıyor da çareler sıralanırken, sıralanıyorsa, odanın ortasındaki fil gibi duruyor. “Eşitsizliğin, hem zengin Kuzey ülkeleri arasında hem de Güney ülkeleri arasında, aynı zamanda zengin ve yoksul ülkeler arasında daha kötüye gittiği gösterilmiştir. Bu kesinlikle bir Kuzey-Güney meselesi değildir. Bu bir zengin-yoksul meselesidir. Aslında en temelde sınıfa dayalı bir iktidar meselesidir.” (s. 252) Kaynakların dağıtımındaki eşitsizlik, eşitliğin sadece eşitler arasında kurulması da alt sınıfların bu eşitlikten faydalanamaması, Mooney neoliberal ekonomi politiğin çıktılarına bakarak sorunu belirliyor, neoliberalizmin yerine gelebilecek sürdürülebilir sistemleri de belirliyor, örnekleri var. Sonuçta Keynes’in öngördüğü cennetin hiç gelmeyeceği çoktan anlaşıldı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yükselen işçi sınıfının, serpilen sosyal politikaların 1970’lerden itibaren budandığı malum, kamu yararının gözetildiği uygulamalar hayata geçirilebiliyorsa sömürü ortadan kalkıyor. Kılcallara kadar inen bir sorun var ortada, sağlık hizmeti sunulurken klinik karar verme süreçlerinin merkezinde tıbbın yer alması gerekir de sağlık hizmetlerinin sunumunda da yer alması, örneğin doktorların tedarikçi güdümüyle hareket etmeleri veya hastalarını vekil konumunda görmeleri, kısacası hizmetin ekonomik bir modele dönüşmesi hastayı da hemen müşteriye dönüştürüveriyor. Maliyet-yarar yerine maliyet-kullanım analizleri öne çıktığında, kanser ilaçlarının getirisi iyi olduğu için kalp hastalıklarının tedavisi için ayrılan kaynak tırtıklandığında sağlık üzerinden sömürü enstrümanlarının hızla çoğalabildiğini görüyoruz, basit bir istatistiğin sonuçları sermayenin gözlerini parlatıyor. “Sağlık hizmeti metalaşmıştır ve tamamen bir bireyin tedavisi kapsamına indirgenmiştir. Sağlık sisteminin bir toplumsal kurum olduğu büyük oranda ihmal edilmiştir. Bu anlamda, sağlık hizmeti piyasa yapılanması içinde tutulmaktadır. Piyasa, bir toplumsal kurum olarak sağlık hizmeti fikri ile uyumlu değer sistemlerine yer vermez; sadece sonuçlarla ilgilenir, süreçle değil.” (s. 45) Kamu yararı etiği yeni tıp etiğiyle çatışır çünkü neoliberalizmin kutladığı bireyin sağlığına kavuşması sistemin iyi işlediğini gösterir hale gelmiştir, aksi yöndeki yorumlar tıp etiğine saldırı olarak algılanır, daha kötü durumlarda iktidara saldırı olarak algılanır, kısacası halkı savunmak bir nevi hainliktir, su iyice bulandığı için “saldırı” her kuruma yöneliktir artık. DSÖ’ye bile dokunur ucu, bu müstesna kurumun hazırlattığı önemli bir raporda neoliberalizmin sağlığın sosyal belirleyicileri üzerindeki etkisine şöyle bir değinilir de öneriler bölümü tertemizdir, sağlıktaki eşitsizliğin yapısal örneklerinde verilen istatistikler tespitin ötesine geçmez. Devletlerin şirketlerce satın alınmasıyla paralel olarak bu tür kurumlara tebelleş olan sağlık sektörünün kodamanları yüzünden yardım boyutunda kalan müdahaleler hantallaşıyor ki asıl sorunun üzerini örten bir yaklaşım bu, nerede okuduğumu hatırlamıyorum da geri kalmış ülkelere gönderilen ekipmanların o ülkelerde önünün alınması gereken hastalıklarla ilgisinin olmadığı çok, ayrıca Graeber ve Fisher’ın da değindiği gibi yardımın türü ne olursa olsun hedefine ulaşmadığı açık, önemli bir kısmı birilerinin cebine gidiyor. Mooney bir ara ders veriyormuş Afrika’daki parlak öğrencilere, bu durum hakkında konuşurlarken öğrenciler şaşkınlığa düşüyorlarmış da biri kısaca özetlemiş Kuzey’in tutumunu: “Umursamıyorlar.” Bireycilik özgür bireylerin teşekkül ettiği liberalizmin hediyesi gibi görünüyor da bireyler arasındaki eşitliğin kaynağında seçme hakkı var, seçme hakkının temelinde finansal güç yer alıyor, kısacası bu tür bir değerin dünyayı kapsamamasının yanında eşitlik yanlılarının umurunu geri kalmış ülkelerde aramamalı. Zenginler kendi sağlık hizmetlerini ödeyip önlerine bakarlar, toplumsal refah başkalarının işidir. Aşırı mühim kurumlar her ülkeden bütçelerinin yüzde bilmem kaçı kadar kaynak ayırmalarını ister yoksul ülkelerin sağlık hizmetleri için, çok az ülke söz verdiği parayı verir. Dünya Bankası sağlıktan dem vurur, Güney Afrika’daki kömürün çıkarılıp işlenmesi için bugüne dek hiç vermediği kredileri verir, fosil yakıtları fişekler. Halihazırda sömürüyü sürdüren, sorunu ortaya çıkaran kurumlar çözüm sağlamayacaktır, ayrıca Obama’yı sosyalist olmakla suçlayan -Obamacare ortaya ilk çıktığında tantana kopmuştu resmen- sayısız akademisyen, gazeteci, politikacı cabası. Üniversiteler de satın alınmıştır tabii, Mooney’nin örnek olarak verdiği Avustralya’daki madencilik vakasında alüminyum madeninin çevreye o kadar da zarar vermediğini söyleyen akademisyenler yüzünden hem işçiler hem de yakınlardaki köyde yaşayanlar zehirlenme belirtileri gösterirler, en sonunda köy dağılır, maden şirketleri kazanır ki çoğunun sahibi devletin üst kademelerinde yer alanlardır. Neoliberal politikaların egemen olduğu her yerde tablo aynıdır: tüccar olan ticaret bakanı olur, hastane zinciri sahibi sağlık bakanı olur, devlete yapışıp doğa ve insan katlini kolaylaştırırlar. Mooney kendi de şahit olmuş, birlikte bir projeye başlamak istediği arkadaşının büyük ilaç firmalarından biri için çalıştığını öğrenince projeden çekilmek istemiş, arkadaşı şaşırmış, uçak bileti için hiç para vermediğini söylemiş falan. Ha, büyük şirketlere karşı kazanılan zaferler var, Coca-Cola’nın fabrikasını kapattıran Hindular mesela. Başka yere taşınmıştır fabrika, önemli olan örgütlü mücadeleyi sürdürebilecek dayanışmayı büyütmek. Özet: “Bu sorular eninde sonunda değer ile ilgilidir: Bir hayat kurtarmaya ne değer biçeceğiz? Acıyı azaltmaya? Endişeleri gidermeye? Bir akrabamın hayatı tehlikede olduğunda bu değerler değişir mi? Bir komşum? Bir yabancı?” (s. 104)
Komüniteryanizm temelinde yükselen birliklerin, örgütlü mücadelenin neoliberal kıskaçtan kurtulmak için en etkili yol olduğunu söylüyor Mooney, toplumun talep belirlemek için vatandaşlar jürisi oluşturması gerektiğinden bahsediyor. Aşırı teknik konuların işlevsiz kılacağı bir topluluk değil bu, bilinçli vatandaşların baş edemeyeceği hiçbir sorunun olmadığı örnek vakalarla ispatlanmış. Küba’daki sağlık hizmetleri diyelim, ABD kendi sisteminin hantallığının, obezliğinin üzerini kapayabilmek için Küba’ya uyguladığı ambargoyu şiddetlendirerek dikkat dağıtmaya çalışıyor da tepkiler karşısında geri adım atarak vatandaşının uyanmaması için dua ediyor. Diyeceğim, henüz o kadar kaynamadı su, bir müddet daha ısınacak gibi görünüyor. Venezuela örneği, gerçi yirmi beş yıl öncesinden bahsediyor Mooney de sağlık politikalarının dönüşümü, halkın daha iyi hizmet almaya başlaması kayda değer. Kübalı doktorlar gelmişler yardıma, ihtiyaçlar belirlenince kendi sistemlerini Venezuelalı doktorların da uygulaması gerektiğinden bahsetmişler. Başta greve gitmiş doktorlar, sonradan halk sağlığı için en iyi şartların sağlandığını anlamışlar. Hindistan’da çok daha iyisi var, Kerala’da toplumun yönetime katılımı o kadar yüksek oranda ki tepki gösterilecek bir şey varsa hemen, şiddetli bir biçimde gösteriyor insanlar, hızla harekete geçebilen kurumlar oluşturulmuş. 1990’ların başında çoğu evin tuvaleti yok, 1996’da Kerala Halkı Demokratik Yerelleşme Kampanyası başlıyor, akla gelebilecek hemen her alanda geniş kapsamlı yapılanma için halktan kaynak sağlanıyor ki öyle ahım şahım bir şey değil toplanan, yine de iyi belirlenen öncelikler ve optimal harcama yöntemleriyle başarıya ulaşılıyor. Yönetim topluma güveniyor, toplum yönetime güveniyor, şeffaflık var, etki görünüyor hemen. “Kerala’nın asıl gücü budur. Sevindirici olan, neoliberalizme başka bir ülke ya da bölgede de geri adım attırılmasının mümkün olduğudur. Yeter ki politik eğilim bu önde olsun. Yeter ki pazar ve şirketlere değil topluma hizmet isteği olsun.” (s. 225) Halkın neredeyse tamamı okuma yazma biliyor, insanlar sadece kendilerinin değil herkesin iyi şartlarda yaşamasını istiyorlar, Kerala böyle. Ötekini önemsersek, aktif katılım sağlarsak yönetim süreçlerine, her şeyin bambaşka olabileceğini söylüyor Mooney, umut veriyor. Dolu umut.
Cevap yaz