Kapakta bir zombi havası, emminin kafasından çıkan kablo yine kafasına giriyor ama kablonun bir ucu elektronik aksamdan çıkıyor gibi gözüküyor, diğer ucu pörtlemiş beyne giriyor sanırım, beynini işler kılmak için kendini upgrade eden bir zombiyle karşılaşabiliriz mesela, tek gözü çürümeden kalmayı başarmışsa da diğer gözü kan bürümüş, muhtemelen önüne çıkanı çotur çotur ısıran, emikleyen bir kardeşle karşılaşacağız ayrıca, dişlerine rahatlıkla bakabiliyoruz çünkü dudakları yerinde değil, muhtemelen o da çürümüş. Kulakları duruyor, üzerindeki tişörtün bir yanı atletken diğer yanı tişört, zombilikte bunu doğal karşılayabiliriz çünkü sağı solu belli olmaz bunların, dikenli tel gibi bir şeye takılmışsa yırtık pırtık olur üstü başı, koşup koşmadığını da bilmediğimizden belki yürürken takmıştır diyesim de yok, takılıp kalıyorlar çünkü öyle bir şey olduğunda. Tazı gibi koşmayanların olduğu filmlerde en tehlikelileri bunlar, sakin sakin yürürken dikkat etmezsek kafayı çevirip ıstırıverirler, virüs yayılmasın diye organımızı çat çat keserler, durduk yere çolak oluruz. Ben detaylı bir kaçış planı hazırlamıştım sıkıntıdan, KPSS’ye çalıştığım bir gün apartmanı baştan aşağı dolandım, bodrum kattaki su basan bölme hariç her yeri gördüm, çatı dahil. Eğer kıça kişniş sürmüş gibi koşmuyorlarsa buradan çatıya çıkıyorum, koşup yan binanın çatısına atlıyorum, yangın merdiveninden üçüncü kata iniyorum, diş doktorunun ziv ziv eden aletlerini ödünç alıp savaşa savaşa otobüs durağına dek iniyorum, böyle gidiyor. Metnin zombilerle hiçbir ilgisi yok bu arada, olay başka. Alvros Vadisi’nden ertesi gün ayrılacak birkaç genç var, erginlik ayini gereği klanın en yaşlısından hayat dersi almalılar. Salon’a girmeden önce vedalaşıyorlar, bazılarının zamanı gelmemiş henüz. İçeride “eski günlerin yadigârları” Makinelerin yıkık dökük kalıntıları var, ziyafet için her şey hazır, bal şarabıysa bir tek yaşlı adam için herhalde. Kanatlarını yokluyor içeri girenler, yerleşiyorlar, yaşlı adam ayağa kalkıp konuşmasına başlıyor. Anglesklerin hikâyesini kaçıncıya anlatıyor bilmiyoruz, anlatmak zorunda olduğunu biliyoruz. Vadinin nüfusu arttıkça birilerinin gitmesi gerekiyor, gidenler Anglesklerin Şeytani Güç’üne yakalanıp ölebilir veya sonsuz çayırlara ulaşıp önceden gidenlere katılabilirler, şansları yaver giderse. Ayrılmak istemeyen bir çift hemen kalabalıktan ayrılıyor, dışarıdaki dünya korkunç olsa gerek.
Yaşlı adamın adı Hal Hallstrom. Bir zamanlar gamsız ve neşeliydi, zaman geçtikçe dünyanın geldiği hale üzüldü, üzüldükçe kayıtsızlaştı ve deneyimlerini gençlere aktarmaya başladı, efsaneleri de. MS 4060’tan önce eski çağların efendileri Karanlık Güç’ün etkisiyle denizlere, havaya ve karaya hakimmiş, Güney Dağı vadinin girişini kapattığında Angleskler vadide kalanlara gerekenleri gökyüzünden yolladıkları adamlarla ulaştırırlarmış, sonra bağlantı tamamen kopmuş. Efsanelere göre Anglesk köylerinin ihtişamı dillere destanmış, yapay güneşler geceyi gündüz gibi aydınlatırmış, kavga edenler birbirlerine şimşekler atarlarmış, böyle bir dünya olay. Hallstrom’un anlattığı her şey tanıdık geliyor, “Anglesk”in “İngiliz” olduğunu anlamak kilidi açıyor. Dünyayı mahvetmişler muhtemelen, neler döndüğünü bir tek Hallstrom biliyor. Gençliğinde dışarıdaki dünyayı görmek istemiş, yasakları çiğneyerek Vadi’den çıkmış, fırtınadan kurtulmuş, dağlardan sıyrılmış, açlıktan başı dönmüş, en sonunda Anglesk köyünü bulmuş. Kimse yokmuş, koca köy çağlar önce terk edilmiş sanki. Kar tavukları varmış neyse ki, Hallstrom birkaçını vurup yemiş ve araştırmasını sürdürmüş. Bir mekanizmayı yanlışlıkla harekete geçirdiğinde içine girdiği koca yapının guruldamaya başladığını, yerin oynadığını dehşetle fark etmiş, Şeytani Güç’ün oyununa geldiğini düşünerek son duasını etmiş olmayabilir, ben de uyduruyorum bazen. Neyse, sonunu beklerken ortaya bir adam çıkmış, tuhaf bir adam. Yaklaşmış, yaklaşmış, bakışmışlar. Gümüş tellerle kaplı, kafası ve suratı tamamen kılsız çünkü metal bir zımbırtıyla örtülü adam bizimkini peşine takmış, açılan geçitten kendi yaşam alanına götürmüş. O sıra yorgunluktan yığılmış Hallstrom, adamın dediklerinden hiçbir şey anlamamış. Kolay iş, adam hemen metal başlıklardan birini Hallstrom’a takmış, birbirlerini anlamaya başlamışlar. Metal Adam bir soketten çıkardığı kablolardan birini başka bir sokete sokmuş, bu tür bilindik mevzuları anlatan Hallstrom haliyle hiçbir şey bilmediği için hayretle izlemiş olanları, en sonunda dünyanın ve adamın hikâyesini öğrenmiş. Etraftaki diğer adamları görmüş önce, bedenleri metal tellerle kaplı adamlar öylece yatıyorlarmış, belki çağlardır.
Metal Adam’ın anlattığı hikâyedeki dünyanın benzerlerini o kadar çok eserde gördük ki saymanın manası yok, özetlemek kâfi: 1950’lerde dünya süper bir yer haline gelmiş, Makineler her şeyi düzenleyerek açlığı ortadan kaldırmışlar, savaşlar son bulmuş, insanlık için ferah günler başlamış. Sanat eserlerini de Makineler üretmeye başlayınca ilk sorun ortaya çıkmış, insanlar kendilerini değersiz görmeye başlamışlar. Çatışma yok, sanat yapay, o halde ne halt edecekler? Bütün dünya arka sokaktan halliceymiş artık, her şey biliniyormuş, heyecan uyandıracak hiçbir şey kalmamış. İnsanlar hemen alternatif eğlenceler bulmuşlar, ölüm tehlikesi içeren saçma sapan oyunlar icat etmişler, özel şirketler turlar düzenleyerek katılımcıları kutuplara bırakmışlar mesela, bu tür eğlenceler türemiş. Devletler hemen duruma el koyarak alternatif bir meşgale bulmuşlar, sinirlere bağlanan metal zamazingolar Metaverse benzeri bir yere göndermiş insanları, orada herkes gönlünce yaşamaya başlamış. Nüfus hızla azalmış tabii, her gün daha çok insan kendini makineye bağlatmış, en sonunda gezegendeki insan yaşamı son bulmaya yüz tutmuş. Metal Adam da o dünyadayken geri getirilmiş, bağlı olanlara bakmak ve sistemin bakımını yapmak için uyandırılmış, bir o kalmış söylediğine göre. Bıkmış ama, Hallstrom’la birlikte Vadi’ye geri dönmek istemiş. Birlikte yola çıkmışlar, kanatları ilk kez o takmış. Hallstrom’a da bir tane verince birlikte uçmuşlar, tam varacaklarken Metal Adam ölmüş. Hikâye bu. Tüketim toplumu, kapitalizm, ne varsa baştan aşağı eleştiriliyor, insanları ortadan kaldıranın doyumsuzluk olduğu anlatılıyor, böyle bir metin. Öykü aslında, Pohl’un metni de olmasa fasikül halinde çıkarmış.
Frederik Pohl’u Metis Bilimkurgu’dan biliyordum, 1950’lerin bilimkurgu ortamına dair anlattıklarıyla daha iyi bilip sevdim. Fletcher Pratt’in New Jersey kıyısındaki evine gelip gidenlerin haddi hesabı yok, Ted Sturgeon’dan Asimov’a kadar o dönemin pek çok bilimkurgu yazarı hafta sonları orada toplanırlarmış. Daha öncesini de hatırlıyor Pohl, 1930’larda okuduğu ucuz dergilerde Pratt’in yazdığı birkaç öyküye denk gelmiş, sonra New York ortamlarında karşılaşmışlar, en sonunda yolları Pratt’in evinde defalarca kesişmiş. Pratt sadece bilimkurgu yazarı değilmiş, donanmayla ilgili yazdığı sayısız metin büyük ün kazanmasına yol açmış. Esas mesele bilimkurgu tabii, insanlar toplanıp uçuk kaçık kurgularını üretmişler, Stapledon gelmiş, Kornbluth oradaymış, şahane ortam. Gresham nam bir yazarın densizliği yüzünden ortam dağılmış ne yazık ki, hafta sonu toplaşmaları bir süre daha sürse de eski havası kaybolmuş, daha sonra Pratt hastalanmış ve Pohl’un üstü kapalı şekilde anlattığı üzere tedaviyi uzunca bir süre reddetmiş, vücudunu “açıp baktıklarında” görülmüş ki çok geç artık, tedavi edilemez. Elli dokuz yaşında hayatını kaybetmiş Pratt, geride pek çok eser bırakmış. Deniz savaşlarıyla ilgili bir iki metin ve bu öykü dışında Türkçeye çevrilen başka bir metni yok, bilimkurgunun altın çağından ulaşabilen bir bu. Yayınevinin huyuna bu metinde rastlamıyoruz, muhtemelen çevirmen Deniz Kurt’un gösterdiği özen sayesinde.
Güzel öykü.
Cevap yaz