Bizdeki en iyi ilk kitaplardan biri olabilir. Hepçilingiler kitaptaki öykülerden önce çocuk oyunları yazarak tekniğini ilerletmiş desem, o metinleri görmedim, aşırı yorum olur da ilk kitap için zaten bir aşırılık söz konusu, çıtanın yüksekliğini düşününce. Çok iyi öyküler. Yaşlı bir insanın yattığını, hani neredeyse ölmeye yattığını ve etrafındakileri hafızalarındaki halleriyle uyuşturmaya çalıştığını, ne bileyim, sona yaklaşmanın uyandırdığı ölü anıların hikâyeye yayılımını çok görmüşümdür de böylesi anlatmamaya dayanması işin, azdır. “Yaşamdır Yenilenen” öykü dersidir, okutulmalıdır yazıya çiziye ilgi duyana, gerçi kitaptaki çoğu öykü böyle. Bunda elini yorganın altından çıkaranın kimliği, tırnaklarda aranan morarmanın anlamı kesik cümlelerle, kısa ifadelerle açığa çıkıp genişlemeyi sürdürüyor, sırf bu çizgide bile oluşabilirdi hikâye ama bir paralel çizgi var, geçmişle şimdi arasında gidip gelmeler, yaşlılıkla çocukluk arasındaki köprü devindiriyor hikâyeyi, sanki çocukken yaşam vardı da yaşlanıncaya dek sürdü, etrafta birileri dolanıp gündelik, boğucu muhabbetleri uzatmaya çalıştığında ortaya çıkarak yatanı hayata bağladı tekrar. Aralarındaki ilişkiyi düşünmeliyiz, anlatı zamanını şimdi olarak belirlersek gelip giden insanların hasta yatana merhametinden, gözyaşlarından, indirime girdiği söylenen çay takımından başka bir şey görmeyiz, oysa diğer tarafta İzmir’in kurtuluşu dahil heyecan verici pek çok olaya denk geliriz, yaşam başka yerdedir ve başka yer geçmişin uzak köşeleridir artık. “Açıklayamasa da, eskimiş bilgisizliğiyle adlandıramasa da, bir sarkaç gibi iki nokta arasında gidip gelmekteydi varlığı: Benden sonra tufan düşüncesiyle, çocuklarında yeşermek umudu. Ama mutlaka gitmek, istekli ya da isteksiz.” (s. 26) Gözlerini açmayı hiç denemez, ölüm konuklarıdır gelenler, şimdinin çizgisinde gündelik sorunlardan ölümün fenalığına pek çok şey konuşulur, diyaloglar bu tür konularla doludur, güneşin doğup doğmadığına bakmak bile o durumda zahmetlidir. Bakar ama, gökyüzünü görür, on iki yaşının bulutlarını görür. Babası bir gün kenara çeker kızını, sokakta oynama çağının geçtiğini, çarşafa girmesi gerektiğini söyler. Eh, Sadi Bey’in kızlarınınki gibi rengârenk çarşaflardan giyse yine razı ama babası kapkara, kokuşturacağı belli bir çarşaf getirince dünyası kararır kızın, neyse ki kısa süre sonra Kemal Paşa’nın buyruğuyla çarşaf marşaf bırakılmaz ortalıkta, baba bir süre daha dayansa da boştur. Diyaloglar, anılar, sırayla: çökmüştür yaşlı kadın, avurtlarından bellidir. Trenler askerlerle doludur, Rum askerleri doğuya doğru ilerlerken bombalar patlar, kargaşa büyür günden güne, ovalar dolusu askerin ters yönden ilerlediğini duyanlar korkuya kapılırlar da kız çok sevinir, Türkçe bağırır “Yaşasın!” diye. Adım adım açılıyor öykü, karakterin cinsiyetinden sonra Rumluğunu da öğreniyoruz, kademeli bilgi hikâyeye gömülü. Sadi Bey’in asker kaçağı olması, bazı kızların babaları ölürken Sadi Bey’in kızlarıyla oyun oynaması, toplumsal değişimin arifesinde İzmir’in insanları ve finalde yine gökyüzü, bulutlar, “sevgiden bile sıcak” bulutlar.
Yalnızlık, yaşlılık, bir kenarda eskiyen insanlar. “Dikenli Terlikler” yine aynı biçemde, Hepçilingirler öykülerini üç bölümde toplarken izlekleri toplamış aslında. Hatice Kadın var bu kez, kapılandığı evde hanımının tatlı sert emirlerini yerine getirirken yaşadığı hayat gücüne gitmiyor da oğlu İsmail’in annesiyle bağlarını yavaş yavaş koparması, buna katlanamıyor işte. Apartmanlarda yaşatacağını söylemişti İsmail, annesine gökyüzüne yakın bir yer beğenmişti, gençti o zamanlar. Şimdinin çizgisinden bahsetmeye lüzum yok, hanımın oğlunda İsmail’i anımsatan bir şeyler var, evin temizliği kendi evinin halini anlatmak için çağrışım sağlıyor, esas olaylar geçmişin çizgisinde. Hasan, Hatice’nin eşi hapse girene kadar işler yolunda gibiydi, Hatice çiçek yetiştirip oğlunun üzerine titremekten başka bir şey yapmıyordu. Ne zaman fabrikanın zıpırları Hasan’a takıp adamı canından bezdirdiler, eşek şakalarına dayanamayan Hasan elindeki demiri baş zıpırın kafasına geçirip hapse girdi, o zaman dertler başladı. Hüzünlü, Hasan pes ettiği noktada ağlamaya başlayınca Hatice de kendini tutamamış, Hasan’a sakin olmasını söylemişti gözlerinden yaşlar akarak. Görüş gününde oğlunun gelmesini istememesi yenilgisini hatırlamak istememesinden midir, oğlan babasını anlıyor da mı gitmiyor, yoksa başka bir şeye mi sinirleniyor, bu da aydınlanmayan alan olarak kalsın öyküde. Okulunu iyi kötü bitiren İsmail sözünü tutmak istediği için Amerika’ya gidiyor, çalışmaya başlıyor, evleniyor derken mektup yazmayı savsaklamaya başlıyor, apartmanlar hayallerde kalıyor tabii. Dikenli terliğin ne olduğunu bilmiyor Hatice, oğlundan bir yıl önce gelen kutunun içinden çıkmış da yarayı açmış tekrar, özlemden kavrulan anneye saçma sapan hediyeler. Hanım biliyor onun masaj terliği olduğunu, diğer hediyenin un kabartmakta kullanıldığını, bir diğeri yine Hatice’nin kullanmayacağı zamazingo. Dolabının üzerinde duruyor Hatice’nin, kadın sade bakıyor terliklere, bir yıldır mektup yollamayan oğlunu düşünüyor. Şimdi şöyle bir bakıyorum bu bölümdeki öykülere, dediğim gibi izlekler belli, neyle karşılaşacağımı az çok kestirebiliyorum da “Menekşe’nin Bebesi” ters köşeye yatırmıyor da fırlatıyor resmen. Çok sert hikâye, üstelik hiç oralı değilmiş gibi başlayıp yön değiştirerek dehşete doğru ilerlemeye başlaması ilginç. Gülfem Hanım’ın dedikodusunu yapan Menekşe’yi görüyoruz önce, belli ki yazlığa gelen anlatıcıyla konuşuyor, bir saattir aralıksız. Güneşin alnında denize girmemesini söylemiş Gülfem’e de kendi eşi giriyor, imam eşi, belki abdest almaya. Nedir, Gülfem’in geçmişine gitseydik diğer öykülerle aynı hizada bir öykü olacaktı bu ama mesele başka, eşinin muhabbetinden sonra Menekşe’nin kırılma noktasına geliyoruz. Anlatıcı merak ediyor çocuğu, öldüğünü öğrenince üzülüyor. Başta sıradan bir olay gibi anlatıyor kızının ölümünü Menekşe, ne yapıp ettiyse kurtaramadığını söylüyor, çocuğu İzmir’e götürüp götürmediği sorulunca: “Birdenbire değişti Menekşe. Artık kendini gizleyemezdi benden. Karşımdaki ana Menekşe’ydi. Yalan söyleyemezdi artık. Bana hiç bakmıyordu. Gözlerini denizin üstünde bir noktaya düğümlemiş, önüne topladığı bacaklarının üstünde ellerini sımsıkı kenetlemişti. Bana değil, Tanrıya anlatır gibiydi. Devinimsizdi. Arada bir gözlerinden iki iri damla süzülüyor, kemikli göğsüne damlıyordu.” (s. 24) Yavaş yavaş yükselen bir çaresizlik. Bebek fenalaşır, bir iki babıldadıktan sonra sesi kesilir. Menekşe etrafındakilerden yardım isteyemez, arabadaki insanların korkusu ona da bulaşmıştır zira yollarda polisler vardır, arabada da polis vardır, Menekşe korkar. İzmir’e vardığında köylüsü Recep Usta’yı bulur, olanı biteni anlatınca Recep Usta asla ağlamamasını söyler kadına, hastaneye de gitmemeli, bebeği elinden alırlar. Hava korkunç sıcak, Menekşe eve dönmeye çalışıyor, yolda tanış çıktığı biri bebeğin hasta olup olmadığını soruyor, Menekşe hasta olduğunu söylüyor, bu sırada ne bir gözyaşı ne bir acı var yüzünde. Ne zaman bırakıyor kendini, evine girip eşinin yanına oturduğunda, kundağı açtığı zaman. Bebeğin ağır kokusunu aldığında. Muazzam öykü, dört dörtlük. Köylünün devlet karşısındaki aczi tamamen.
İkinci bölümdeki öyküler tamamen çocuklarla ilgili, çocukların çektikleri acılarla. Birini, “Bize Gülmek Yaraşır”a az değineceğim, bu da ağır bir öykü. Farklı kişilerle yapılmış kısa röportajlardan ibaret, trajedinin görünümleri. Boyacılıktan, seyyarlıktan arta kalan zamanlarda sokakta oynayan çocuklardan Kerem vardır, zehir gibi akıllıdır bu velet, diğer yoksul çocuklarla birlikte parasızı kazanabilecek kadar akıllı. İlk röportaj Kerem’in annesiyle, ölümden yana bahis var ama arkada ne işler döndüğünü son röportaja kadar bilemeyeceğiz. Şunu bileceğiz bir, kimse mahallede top oynarken kafasına gelen bir top yüzünden ölmez. Çocuğun ölümü dünyanın sonudur, kaç yürekte insan bitmez artık, mahallelinin söylediklerinde görüyoruz. Hem sıradandır zira o mahallelerin rutinidir bu, hem de yıkıcılığı açısından tektir, bunu da mahallelinin “deli” dediği babaya kanlı bıçaklılarının bile yardıma koşmalarından biliyoruz.
Şahane öyküler.
Cevap yaz