Thomas Nagel’ın Her Şey Ne Anlama Geliyor?‘undan mülhem diyeceğim, Savater bir iki yerde adını geçiriyor da saygılarını sunuyor Nagel’a. Felsefenin, soruların, karşı soruların uygulamalı anlatımı bu metin, Savater felsefenin ne işe yaradığını ve yaramadığını bizim büyük çaresizliklerimiz üzerinden gösteriyor. Mesela anlamın en büyüğü Tanrı’ysa anlamı arayan felsefe susar orada, diyalog kuracak bir eksiklik, tamamlayıcılık yoktur, zaten tam bir yapıdan yankı veya ses beklenemez, kendine dönüşlüdür o. Bu yüzden felsefenin Antik Yunan’da doğduğu söylenir çünkü yapısı akışkandır, farklı kaynaklardan dökülebilir, ses sese karşı gelebilir. Savater başlarda lise öğrencilerine felsefe öğretmenin nedenlerini irdelerken temel bilgilere değiniyor böyle, iyi. Ele aldığı konular birbirini açımlıyor, sarmal bir ilerleyiş ama ölümü, inancı, evreni yeterince inceleyecek kadar duraklıyor Savater, filozofları alıntılayarak savlarını derinleştiriyor. Bilimle felsefe arasındaki ilişkiye değinerek iki kolun birbirini nasıl beslediğini açıklamasa kuantum fiziğini, belirsizliği, determinizmi eksik bırakırdı, bırakmıyor. Bilim olan biten her şeyi çözümlemek istiyor kısaca, felsefeyse olan biten her şeyin ve çözümlemenin önemi üzerinde duruyor. Yol göstericiliği de var üstelik, sanatın güçlü sezgisi nasıl bilimin işleyeceği ipuçlarını taşıyorsa felsefe de düşünce yoluyla yeni keşiflere kapı aralayabilir ki bir zamanlar ayrışmamıştı daha, felsefeyle bilim birdi. Falan, gelelim mevzulara: ölümü idrak etmeden düşünceye varamayız, “ben”in öleceğini, varlığımızın ortadan kalkacağını anladıktan sonra kaygılanırız ve anlamı oluşturmaya çalışırız. Savater için böyle olmuş en azından, eh, iyi bir başlangıç, hazır düşünebiliyorken düşünmek makul ki otuz yıl sonra falan istediğim kadar yürüyemeyeceğimi bildiğim için şimdi dağ taş geziyorum, iki istasyon beride inip yürüyorum, keyfini çıkarayım. Yetmeyecek, keyif şimdi çıkarılmışken geleceğe sadece silik anısı kalacak keyfin. De, bu da zamanın konusu, onun için de bir başlık var kitapta. Ölüm dedik, bizi olgunlaştırır, ciddileştirir, çevirirse soytarıya çevirir, her türlü dönüştürür ama. Antik Yunan zamanında “insan” ve “ölüm” aynı sözcükle dile getirilirmiş de “bitki” ve “ölüm” için geçerli değilmiş bu, ölümlü olduğunu bir insan bildiği için. “Gerçek canlılar yalnızca biz ölümlüleriz, çünkü yaşamı bırakmak zorunda olduğumuzu, yaşamı tastamam bunun oluşturduğunu biliriz.” (s. 36) Gerçeklikten kastın ne olduğunu söylemiyor yazar, yaşamı tastamam kavramaktan bahsediyorsa tastamamlığa varamamak esas yaşamın bir özelliği olamaz mı, yani insan dışındaki canlılar kendi bilişsel yapılarıyla yaşamı bizden daha yaşam olarak görmüyorlar mıdır, bunun da bir cevabı yok ama başlığı var, Savater diğer canlılarla farklılıklarımıza dalıyor bir yerde. Ölüme dönüyoruz sürekli, fark ettiniz, kendimiz olarak yaptığımız tek şey ölmektir diyeceğim, ölümün yapılan bir şey olmadığını diyeceğim sonra, oluştan ibaret bir mesele. Ölürüz ve var olmadığımız zaman yine işlemeye başlar, bizim yokluğumuzla işlemeye başlayan bir saat artık seksen yıl mı, kırk yıl mı, belli bir yıldan sonra tekrar çalışır, doğuşumuzdan önce çalıştığını düşünürsek sıkı kurulduğunu söyleyebiliriz ama tamamen benmerkezci bir çıkarım olur bu, saati kimin yaptığı belli değildir, yaşadığımız bellidir ama anlamı belli değildir, kısacası verilmiş bir yaşam ve saatin peşinde -içinde?- deviniriz, eylemlerimizin belirliliği büyük bir soru işaretiyse de oradadır, orada kılarız. Ölüme her zaman çok yakınız, ölüm kafamıza nerede ineceği belli olmayan bir noktadır ve kötüdür. Kötü müdür? Akhilleus ölümün kıyılarında kral olmaktansa dirilerin dünyasında son domuz çobanı olmayı yeğ tuttuğunu söyler, dinlerse ölümden sonrasından bahsederek korkuyu dindirir, bu durumda da yaşamı ciddiye almama peydah olur mu acaba? Öldükten sonra zaten yaşayacaksam ölümün vereceği olgunluk, idrak kapasitesi, incelik, artık her ne haltsa, ne olur? Ne kadar müjdelenirse müjdelensin, allı pullu süslerle bezenirse bezensin, bunun çok daha iyi bir versiyonuna katlanamayacağını söyleyenleri anlarım, her şey bambaşka olacaktır ama bir şeycik olsun tanıdık gelecekse öteyi istemeyeni de anlarım, derttir çünkü. “Doğru, bizler ölümlüyüz, ama sonsuz ölümü çoktan kaçırdık. Bu ölçüsüz ölümden biraz zaman çaldık -yaşadığımız günler, aylar, yıllar, yaşamakta olduğumuz her an- bu zaman, ne olursa olsun, hep bizim, biz doğarak yengi kazanmış olanların olacak, ölümün değil, sonunda kaçınılmaz olarak ona boyun eğmek zorunda olsak da.” (s. 46) Ölüme karşı, ölümden yana ne yapılabilir, bekleyişle sersemleşmemek için beden ve zihin -bir olduklarını gösteren bir sözcük lazım- işler tutulabilir, tutalım. Bir şeyleri bilmekle başlayabiliriz, bilginin doğasına geliriz böylece. Bildiğimizi nasıl biliriz, bildiklerimizden nasıl emin olabiliriz? Epistemolojiye giriş ama yan kapılardan. Sosyal öğrenmeyle elde ettiğimiz bilgiler, kendi başımıza elde ettiklerimiz, hepsi sorgulanmalı ve doğrulukları tespit edilmelidir, mesela Avustralya’da kangurular yaşar ve Mars mutfağı galaksimizin en iyi mutfağıdır. Biri oldu, diğerinden şüphe duyabiliriz, bilgiyi olduğu gibi reddedebiliriz veya ölümden kurtulmak için biyolojik bedenlerimizi bırakıp has çelikten bir bedene geçeriz, yallah Mars’a, oranın yerel lezzetlerini Dünya mutfağıyla harmanlayıp bilgiyi doğru çıkarabiliriz. Mantık benimdir, sadece beni bağlar bu eylemler ama Platon’la Descartes’ın belirttiği bir evrensel mantık da vardır, bu mantık bizi tokatlar. Gerçeklikle sınanır çünkü, nesnellikle de diyebiliriz. “Bilgilerimizin ussal sınanması aracılığıyla gerçeği aramak, gerçekliğe daha çok yaklaşma çabasından oluşur: ussal olarak gerçeği aramak, olabildiğince gerçekçi olmakla eş anlamlıdır.” (s. 60) Sıkıcıymış gibi geliyor kulağa. Güneş hakkındaki savların şiirsel karşılıklarını bulabiliriz, sanatçı yanımız ortamı renklendirir, astrolojik yanını bulanı kepaze etmek lazım, diğer yandan astrofizik şöyle bir el sallar, gerçekliğin ne olduğunu bize hatırlatır. Bilimsel gerçeklik tek gerçeklik midir, Alan Sokal’ın süper deneyini anarak söylüyorum ki gerçekliklerin en güçlüsüdür, tek değildir ama bir iş yapacaksak bu gerçeklik türünden şaşmamak lazım zannediyorum. Kuşkucular inceleyecektir elbet bunları da doğru yanıtları engelledikleri gibi yanlış yanıtların ortaya çıkmasını da engellerler, dolayısıyla dışarıda kalsınlar. Stoacılar belirli bir dünyadan bahsederler ama gerçeklik tek değildir, bunlar da dışarıda kalsınlar, sonra hepsini içeri alıp tokuşturalım. “Demek ki, düşünmek, en uzak bireşimlerden somut verilerin ayrıntılarına, tikel durumlara dek inmek ve bunun tersini yapmak demektir, yaşantıyla bağı hiçbir zaman yitirmeksizin, onun küçük öykülerinin konuyu saptıran bunaltıcılığıyla kendini sınırlamaksızın.” (s. 66)
“Güzelliğin Ürpertisi” nam bölümle bitireyim. Platon’un şairleri dehlemesinin sebepleri: “güzel” zaten vardır, sanatçıların yaratıları onun bir kopyasından öteye geçemeyecektir, ayrıca sanatçı ayartır, inandırır, haz ve acı verir, yani insanı yoldan çıkarır. Platon en tehlikeli sanatçılar olarak epik ozanlarla oyun yazarlarını görür zira onlar insanın yazgısını, duyguları, tutkuları betimleyerek Platon’un idealindeki vatandaşı bozar, insanın aklını karıştırır, bilmem ne. İyi insan ilgi çekmez bir de, bu yüzden eserlerde kötü insan, kötülük yer alır ki eğlence çıksın. Aristoteles ve ardılları gerçekliğin katmanlarını ortaya serdikleri için sanatçıları desteklemiş, Platon’un dışlayıcılığını eleştirmişlerdir, iyi de etmişlerdir zira sanatı ve sanatçıyı korumak yaşamı korumak demektir. Şu da var, sanat eseri illa iyiyi -“iyi”yle “simetrik”in benzer anlamlara geldiği bir dönem var- anlatmak, bütün halde olmak, kalıplara oturmak zorunda değil, insan güncellendikçe sanat da güncellenir ve “kötü”ye el verir. Epizodik, rastlantısal, her türlü sanat eseri iyidir artık. Diyorum ve diğer konulara değinmeden bitiriyorum, kitabı da tavsiye ediyorum.
Cevap yaz