Küçümiks, küçümtrak öyküler var bu kitapta, bazıları bilimkurgunun bilimi azı, bazıları sırf diyalogdan ibaret, bazılarıysa bildiğimiz öykü. Fantastiğe yanlayan, drama donklayan çoğu hoş öyküler, şiirin uçuculuğuna sahip bazı. Sahaflarda dolanırken Özelli’nin otuz yıl önce çıkan kitaplarına denk gelmiştim, aldım da okumadım mıydı, okudum da almadım mı, ayaküstü mü okuduydum, bir şeyler olmuştu, şimdi öyküleriyle karşılaşmaktan memnun oldum. Birkaç öyküyü kenara koyarım yine, kör göze öykülerin gören gözler için kıymeti düşük. “Çocuk” mesela, Karşıyaka’da vapurdan inen çocuk ve anne “poyraz tokatlarıyla sersemlemiş”, güzel, çocuk ahret sualleriyle annesini bunaltıyor. O nedir, saat kulesi. Saat nedir, günlük zamanı gösteren alet. Zaman nedir, hani sabah babayla anne evden çıkar, akşama gelirler, yemek yerler, çay içerler ve uyurlar, budur zaman. Çocuğun ilgisi dağılmıştır, zamanın geçip gidiveren bir şey olduğunu söyler. Pedagojik anlamda bir terslik var burada, çocuk Piaget’nin kuramına göre muhtemelen işlem öncesi dönemde, otomatik tüfek gibi sıraladığı sorularla somut bir şeyler yakalamaya çalışıyor ki kavramlarla nesneler arasında bağ kurup somut işlemler dönemine geçebilsin. Annenin verdiği örnek o yaş grubu için doğru, çocuğun çıkarımı uygun değil, o yaşta bir çocuk gündelik pratiği anlar da zamanın geçip gittiğini anlamasına daha var. Erken olgunlaşmıştır diyelim, o zaman da tüfekliği boşa çıkıyor. Fikir olarak güzel, çocuk balonlara dalar ve az önce dinlediği her şeyi unutur, keyfin yanında biraz ekşilik kalır okura. “Bahçede” bir duygu durumuna bakış öyküsü, en yavan türden. Bahçede bülbüller ve ispinozlar var, serçeler, karatavuklar, çeşit bol ve kuş deyip geçilmemiş ki geçilebilirdi de, bir ara Twitter’da hayvanların türünü belirtmenin maharatlık göstergesi olduğuna dair yazıldı çizildi, saçma sapan bir şey. Kuşlar uçar mesela, hayat kısadır, uçan kuşların da cinsi önemli değildir. Yani metin kaç yerden, ögeden birikimdir, ıbığa cıbığa bakıp da zaptiye kesilmek nesi? Ibık cıbık bazı metinlerde önemlidir, o ayrı da şunun şöyle olup bunun böyle olmayacağına dair zabıtalık çok dandik iş. Neyse, anlatıcı kendi kendine söylenir, tam yedi ay olmuştur, yedi aydır yoktur sevdiği, yalnızlık zordur, gündüzler neysedir de geceler katlanılır gibi değildir. Kendi kendine söylenen karakter, hmm. Olmayan bir şey var, karakter kiraz ağacına hortumu asar asmaz kaçarcasına uzaklaşıyor oradan, kendini asmaktan korkuyor belki. Kendi kendine söylendiğini gördüğümüze göre, “Eyvah, zannediyorum kendimi asacağım!” diye bağırıp kaçması uygun olurdu. İçeriden değil de tepeden bir göz istiyor bu öykü sanırım, dışarıdan bir bakış. Karakterin özlemini bir biçimde sezdirme, hortumun malum ipi anıştırmasına dair bir şey. “Yalvarırım Bağışlayın!” da iyi fikrin kötü inşası, bir noktadan sonra kötü. Ellili yaşlarındaki kadını torunu çağırır, kapıda bir adam sormaktadır kadını. Çok yaşlı bir adam, bir şey anlatmaya gelmiş, ölmeden önce mutlaka anlatmalı. Hikâye ağır, kadın aslında evlatlıkmış, esas ailesini yaşlı adamın da içinde olduğu bir grup asker süngü ve dipçiklerle katletmiş. Bağışlanmaya gelmiş adam, makul. Ne beklerim, hikâyenin ağırlığına ve metnin uzunluğuna oranlı bir hız. Söz bölünmeyecek, adam sıradan bir şey anlatıyormuş gibi anlatacak katliamı, sonlara doğru sesi iyice titreyebilir ve ağlamaya başlayabilir, ne bileyim. Kadın müthiş travmatik bir olayı dinliyor, yaşamıyla ilgili son derece önemli bilgiler ediniyor, şoka girmesi abes kaçmazdı herhalde. Adam sözü bir an önce bitirmek, yıllardır taşıdığı yükten kurtulmak için daha da hızlanırdı veya keserdi bir yerde. İlginç, adam kadından sözünü kesmemesini rica ediyor ama kadın araya girip aptalca sorular soruyor. Adam anlatıyor işte, kadının anasıyla babasını, ailenin diğer üyelerini tanıyormuş, karşı karşıya gelmişler, mermi harcamamak için süngü takmış askerler. Kadın merminin niye harcanacağını kestiremiyor onca bilgiye rağmen. Daha da fenası o rezilliği niye anlattığını soruyor adama, hemen. Ters orantı iyidir burada, anlatılan hızlıdır, hazmı yavaştır, anlatılanlar üzerinde düşünülür biraz. Sophie’nin Seçimi‘nde bunun kusursuz hali var, Mario Levi’nin Lunapark Kapandı‘sındaysa sündüren, süründüren hali. Karakterin söylediği bir cümleden sonra iki sayfa tahlil, eyvah ya. Evet, bu öyküyü de kenara koyuyorum ve iyilere geçiyorum çünkü pek iyi öyküler de var, bahsetmeli.
“Sevişme Saatiniz Geldi!” bilimkurgu, insanların yaşamını düzenleyen bir bilgisayara göre yaşayan iki karakterin uyarıyla sevişmeleri, uyarıyla uyumaları ve sabah uyanmaları, aynı döngünün tekrar tekrar yaşanması. Distopik. “Otobüs” alınmamış bir intikama kapı aralayan hoş bir öykü, anlatıcı otobüse bindiğinde bir daha o eve gitmeyeceğini düşünmektedir. İşinden olursa olsun, kan çıkacak yoksa. Temizliğe gittiği evin sahibi anlatıcının ailesini öldüren subaylardan biridir, yıllar sonra karşılaştıkları zaman kadın şok geçirir ve kaçarcasına uzaklaşır evden, ülkenin bir ucundan diğer ucuna gelmişse de hiçbir şeyin değişmediğini, bir halkın korku içinde yaşamaya alıştığını düşünür. “Kâmil Abi”nin hikâyesini Necati Cumalı’nın Ay Doğarken Uyuyamam‘ındaki öykülerden birinde de görebiliriz, çocuk gelin ve çocuk damat meselesi. Cumalı’da erkek çocuk evlendirilmiştir, bir gün mahallede arkadaşlarıyla top oynarken ertesi gün iş hayatına atılıp ortadan kaybolur. Ara ara çıkıp muhabbete geldiğinde arkadaşlarına gıptayla bakar, çocukluğunu yaşayamadan evlendiği için bir şeyler yarım kalır içinde. Özelli genç bir kızı ele alıyor, sokakta arkadaşlarla oynama kısmı aynı, eve çağrılması acı. Ertesi gün evcilik oynamamaya karar verirler, kız bıkmıştır kocasıyla boğuşmaktan. Oyun gibidir evlilik de, ikisini ayıramaz kız.
“Islık” ve “Fotoğraf”la bitireyim, bence kitaptaki en sağlam öyküler. “Islık”ta kahramanın bir adamı sıkıştırdığını görüyoruz, imza gününde. Anlatıcı kim olduğunu ve adamın gizlediği suçu hemen söylemez, adamın korkuyla büyüyen gözlerini ve hemen yüzüne gülücük kondurup imza dağıtmaya devam etmesini intikam ateşinin harıyla dolu, hasis, gaddar bir gülümsemeyle izler. Adım adım ortaya çıkar mevzu, örgütteyken âşık olduğu kızın sevgilisini, dava arkadaşını yarı yolda bırakıp ölmesine neden olmuştur, kız da onmamıştır bir daha, yetmeyip bir de yaşattıklarının romanını yazmıştır adam, imza günü o. Anlatıcı da romanda bir karakterdir, bu cüreti görünce dayanamayıp adamın karşısına çıkmıştır. Roman kahramanları oldukları şahane iki cümleyle öğreniriz: “O, yavaşça doğruldu oturduğu yerden ve kendisine ilk uzatılan kitabı, şaşkınlıktan donup kalmış bakışlar arasında, çığlıklar atıp ağlayarak yırtmaya başladı. İsmail, Şenay ve ben ve daha birçok tanıdık dost, yırtılmış kâğıtlarla dökülüp saçılıverdik kitabevinin parlak seramik zeminine.” (s. 45) “Fotoğraf”ta 1950’li yılların Taksim’inde iki adam dikilirler, birinin duruşu güven doludur, diğeri çekingendir, iki arkadaştır bunlar. Öyle midir? Kızları keserler mi? Kasabadan mı gelmişlerdir, iş mi ararlar? Şık giyimli adamlar bunlar, halleri vakitleri yerinde ama anlatıcı hemen bir hikâye biçiyor onlar için, biri iş bulmaya gelmiş de diğerinin abisinin teveccühüyle bir şeyler yapmaya çalışıyor, bu yüzden utangaç belki, diğeri de üstünlüğünden rahat. Kim bilir, sahaflardaki fotoğraflardan ne öyküler çıkar da Özelli’nin bu öyküsü gibisi az çıkar zannediyorum, on numara öykü.
Kötü öyküler az, ortalama ve iyi öyküler çok. Denk gelen okusun.
Cevap yaz