“Üç beş izleği döndüre döndüre tokuşturmalı öykü” ekolünden “Boş Geçmeyelim”de Furkan’ı dinliyoruz önce, Furkan anlatıyor, Furkan sokakta dolanıyor, arkadaşı Enes’i arıyor, sabaha kadar oyun oynadığını düşünüyor “ineğin”. Yağmur yağacak gibi, kış gelmiş, soğuk da gelirmiş artık, parklardaki krallıklar devrilir, saltanat sona erermiş. Kışın yaşa yazın taşa oturmamak gerekirmiş, Furkan’ın babaannesi öyle dermiş. Ankara’nın “acıklı göğü”ne bakıyor Furkan, başka bir öyküde hüzünleri getiren bulutlar vardı, bir başka öyküde neşeyi kar bulamacında bulan bir karaktere rastlarsak şaşmayalım zira Baran meteorolojiyle duyguları çakıştırıyor sıklıkla, sarı otlardan keder çıkarıyor, dereden bilmem ne geliyor, doğa manzaralarını bir hisse hapsediyor. Furkan etrafına bakıyor, saksağan bira kutusuna saldırıyor, Hemingway’in kitabı falan. Okuyor da Furkan, steril dilini Hemingway’e mi borçluyuz acaba. “Şu kuşlar kadar olamadım diyorum kendime. Sabahları niçin uyandığımı, daha doğrusu yeni bir güne niye başladığımı sorguluyorum. Bir öncekinin aynısı olan güya yeni bir gün. Ee? Nesi yeni şimdi bunun? Öncekinden bir farkı var mı? Yok! O zaman niye uyandın salak herif! Ne anlamı var! Yapacağın bir şey var mı, yok. Hep aynı günü yaşıyorsun sonuçta. Tabii buna yaşamak denirse.” (s. 14) Esniyorum, camdan dışarı bakıyorum, hava kapalı. Bungunluğun derdo havası, eğretileme atağından hemen kurtulup metne dönüyorum. Parkta oturmak bedava, çekirdek kola güzel, Furkan’ın arkadaşları da Furkan gibi. Tam değil, Furkan’ın yaşamı sıkıntıyla dolu. Genç görevliye acıyor, onca çekirdek kabuğunu her gün temizlemek zorunda. Ahmet Kaya’nın revolveri var Furkan’ın cebinde, babasından almış, silah tutkunu babası silahları sevdiğinin binde biri kadar ailesini sevseymiş ya! CS, Pubg, silah kullanmayı biliyor Furkan, Pubg dersi veriyor biraz, henüz infilak etmek istemediğim için katlanıyorum. Babasının laflarını çekmekte zorlanıyor Furkan, sevdiği kızı bir senedir görmediği için de üzgün, Nisa o Mert dallamasına kapılıp savrulmuş, sosyal medya hesaplarını falan kapatmış. Böyle bir dünya zırto gevezelik dinliyoruz bu dallamadan, hele esnafı, dükkânları gömdüğü bir bölüm var, patlamamak için kendimi zor tuttum ama tuttum. “1967’den Beri” mesela, aslında o kadar geriye gitmiyormuş dükkânın mazisi, hem gitse kim nereden bilecekmiş, nasıl emin olabilirlermiş, vergi veriyor muymuş bu dükkânlar, kâfir devlete vergi mi verilirmiş. İki hikâye var, ilki okuldaki müdür yardımcısıyla takışma. Adam öğlenleri salıyor öğrencileri ki camiye gitsinler, Enes’le Furkan gitmek istemiyorlar, adamla takışıyorlar. Diğer mesele de Furkan’ın kaldığı yurttaki abisinin burnunu kırması, bu dinî vakıfların yurtlarından birinde hayat nasıl, Furkan nasıl hayatta kalıyor orada, öykünün en okunası kısmı burası zira hem gevezelik azalıyor hem de tempoyu tutturuyor Furkan, bir dolu anlatıyor, iyi. Sonrası yine kötü, jilet atmakla ilgili tırto bir bölüm, sonra Enes’li başka bir bölüm ama anlatıcı zart diye değişiyor, gözlemcinin anlatımından takip ediyoruz park sahnesini. Neden değişiyor anlatıcı, Furkan’ın sesini neden ödünç alıyor hiç bilmiyorum, öylesine bir takla. Finalde babasının imam nikâhlı eşine tuttuğu eve geliyor Furkan, balkona tırmanıyor, cama vurmaya başlıyor. Nisa’ya geçiyoruz, ikinci bölüm, kız kendi hikâyesini anlatıyor, ilgi çekici bir şey yok, gözlemci yine dümene geçiyor, ilgi çekici bir şey yok da meğer Furkan’ın babasının tuttuğu ev Nisa’nın kaldığı evin karşısında değil miymiş! Nisa da oralardan kurtulmanın tek yolunun Furkan’dan geçtiğini anlamamış mı tam o sıra! Eh, haliyle çocuğun cama neden vurduğunu anlamıyor, vurmasa aşağı inip çocuğu kaçmaya ikna edecekti muhtemelen. Belki de edemeyecekti. Tam bu noktada tutamıyorum kendimi, onca gudik ayrıntıyı düşünerek “Bana ne lan!” diye haykırırken buluyorum kendimi, camdayım, sokağın karşısındaki dükkânlardan çıkıp alkışlıyorlar beni. İletişim’in okur böğürten taşra sevdası, dallama erko karakter aşkı malum da Baran’ın o edebî atak geçirmeye oldukça müsait anlatılarının bu kadar iyi uyumlanacağını düşünmezdim, cuk oturmuş gerçekten, insan takdir ediyor. “Gözleri Dolana Dolana” bu alanda rekor kırarak üç dallamayı birden içeriyor, bu karakterler mahallenin esnafı, bilmem kimi, su kenarında rakı içiyorlar, ekmek arası bilmem neyi hazırlayıp gömüyorlar, yanlarında üzüm ve erik falan var, peynirlerini eksik etmemişler, rakıyı suda soğutacaklar, helva varsa götlerine sürerler sanıyorum, kısacası ne zıkkımlanacaklarsa özenle sayılıyor ki ne kadar halktan olduklarını mı anlayacağız artık, o sofrayı gözümüzde canlandırırken beynimize mi sokuşturacağız ne yapacağız, bir halta yarayacak inşallah. Ya sıradan aşk meşk hikâyesi çıkıyor mesele, uzatmayayım, bir karakterin gözlerinin şişeden ışığa, ışıktan bilmem nereye, yeşilden şişeye, karakterden yeşile, şişeden ışığa geçişi, sonra hepsi uşağa, böyle de bir numara var. Yersek.
“Bay WC Sıcak Duş Emanet Alınır” öyküleri dergilerde yayımlanan genç bir yazarın guttirik hikâyesidir. Annesine sesleniyor anlatıcı, evet annesi, öyküleri yayımlanıyor çocuğunun, ikişer dergi birden alıyor çocuğun, kırsaldaki kitapçılara pek az dergi geliyor ama babalar mevcut, iki tane alıyor çünkü öğrensinler yani, birilerine mi veriyor artık oğlun, dergileri aldığı dükkânın sahibi neden dergi aldığını sormuyor, oğlunun üniversitedeki hocası dergileri bilmiyor, 12. yüzyıl şairlerini biliyor, çocuğunu iyice yalnız bırakıyor annesi, bu çocuk yazıyor ve yazdığını neden kimse bilmiyor, daha da önemlisi çocuğun neden ilgi budalası olmak istiyor, sen çocuğuna ne yaptın annesi, bu çocuk neden delirmiş gibi dolanıyor ortalıkta, yazdığı için hak ettiği madalyayı kim takacak bu çocuğa ey annesi. Neyse, bu eleman Ankara’ya gidip sevdiği bir yazarın etkinliğine katılıyor, kendisiyle birlikte beş kişi falan var. Bakıyor ki yazar son derece yüzeysel muhabbetlerin ustası, edebiyat falan zerre sallamıyor, dergileri de takip etmiyormuş zaten. Çocuk büyük hayal kırıklığıyla ayrılıyor yazarın yanından, yine madalya alamadı, üzülüyor annesi. Nedir, finalde düşünüyor, kaldığı dandik yerde havlu bile yoktur şimdi, olsa bile kirliden de kirlidir, yani karakterin gündelik sorunlarına dönüp şöyle bir çalkalamakla noktalanabilir öykü, sıkı numaradır? Bruh. “Her Yaz”da kuzeniyle evlenmek isteyen genç adamımızın okuma gayreti, kuzeni etkileme çabası, ailelerin aldı verdi işleri, bir de kızın zengin aileye yamanması olayı var, yine aşırı hassas, hisli insanlarla dolu bir atmosfer, okur olarak gerçekten iki kilo patlıcana bakıp ağlama isteği uyandı bende yani. Son öykü, yani öykü denir mi bilmem, anlatıcının kamusal alanlarda karşılaştığı hödükleri sıralayıp onlar olmasa o metni yazamayacağını anlattığı bir metin, atölyelerde ödev olarak bile kabul görmez sanıyorum zira Patos başta olmak üzere pek çok atölye dandik şablonlarla çalıştırıyor kursiyerleri, formül ölçülüp biçildiği için takır tukur bir hikâye çıkıyor yine ortaya, bunda o da yok. Ne var, miadı dolmuş bir öykü görgüsü, anlayışı var bu kitapta, suyunun suyunun suyunun suyu bir öykücülük, epeski bir öykücülük, insana fenalıklar geçirten bir öykücülük. İşin kötüsü bunu genç yazarlarda da görüyorum, yirmi yaşında insanlar iki yüz yaşındaki öyküleri yazıyorlar, aklım almıyor. Okuduğunuz şeyler gibi şeyler yazmak zorunda değilsiniz erenler, başkalarının sesini ödünç almak zorunda değilsiniz, size öğretildiği gibi yazmak zorunda hiç değilsiniz hani atölye kutölye saçma sapan şeylere katıldıysanız. Yapmayın ya.
Cevap yaz