Kafa ayarı lazımdı, başa döndüm. On yıl önce okuduğumda ne hissettiğimi hatırlamıyorum, bir şeyin çarptığını hatırlıyorum. Öykü yazmak için masanın başına ilk kez ciddi ciddi oturduğumu hatırlıyorum, kitapla ilgili hiçbir şey yazamayacağımı düşündüğümü hatırlıyorum, o gün yürüyüşe çıkınca balıkçıların yanına gidip selam vermek istediğimi hatırlıyorum, balıklara, evin önünden geçen ineklerin yokuştan aşağı, Filyos’un tek caddesine inene kadar çıngırdadıklarını hatırlıyorum, penceremden ormana baktığımı hatırlıyorum, “Hoca, mayışı al da bizi biraya götüvee,” diyen adamı görmemek için okula giderken yolu uzattığımı hatırlıyorum, Elif’i görmek için Adapazarı’na koşmak istediğimi hatırlıyorum, öyküleri değil de öyküleri okuma halimi hatırlıyorum, hafızama çakıldı ne varsa. Şimdi daha sakinim, Keret’in neyi ne ettiğini görüyorum. Aynı heyecanın zerresini duyduysam yeter, fazlası on yıl öncesinden yaşama serpilmişti bir iyi, o da yeter. “Nimrod Çıldırışları”nın sırayla sapıtan karakterlerini bildim, dört kişilik arkadaş grubundan kalan üçünün çıldırışı elden ele geçirişini, askerliğin delirticiliğini, sevgililerin kapıp götürdükleri kalbi zaman içinde bilmişim, üçten ikiye düştüklerinde sırayla delirmenin ayrı bir delirticiliğinin olduğunu bilemedim çünkü en başından beri ikiydik, Emre bir ara boş boş bakmaya başladığı zaman korkmuştum ama zamanım vardı daha, kayışı erkenden koparamazdım. Elif’le mutluyduk, mutsuz olduğumuz zaman Emre rastladı bana, boş boş bakıyordum. Nimrod öbür taraftan mesaj yollayarak arkadaşlarının yardımını isterken anormal hiçbir şey yoktu, on dokuz yaşının üzerinden yıllar geçmiş olsa da arkadaşlarını kendi yaşında mı biliyordu, deliliği miras kaldığından, yaşatıldığından. Oben’in hikâyesini ilk okuduğumda boşanmanın uzağından yakınından geçmiyordum, şimdi Oben’in hüznünü daha iyi anlayamazdım. Bölümlere ayrılmış bir yaşam parçası, birkaç yıllık seyir, sıradan bir Oben’in pek de olağanüstü olmayan, ortalamayla geçmiş ömrünün ayrıntıları hikâyeler halinde. Suzanne Vega gelmiş şehre, Oben eşiyle birlikte gidip dinliyor, Vega’nın acısını hemen yüklenmek istiyor çünkü intihar edebilir Vega, o yoğunluk Oben’in kendi yaşamıyla bütünlendiği için işlerin yolunda gitmediğini düşünebiliriz, Vega ve Oben için. “Yüksek personel binasının önünden geçerken biri yukarıdan yanına düşmüş ve darmadağın olmuştu. Kalbi kırık bir kız asker, demişlerdi. Onbaşı, Liat bir şey.” (s. 132) Bu travmayı terapide bir türlü görülemeyen fil olarak düşünüyorum, analist ve analizan karşılıklı oturuyorlar, Oben biraz da analistin anlatmasını istiyor, klişe. Ortada koca bir belirsizlik var, zaman lazım, ajandalara yazılanlar bir daha karşılaşmayacak iki insanın yalanlarını eşitliyor o an. Oben’in eşi yurt dışına gitmek istiyor, yine bir belirsizlik, hayır, Sina sayılmaz, Yunanistan’a. Sallantılı ilişkinin ardından boşanma, Oben için tuhaf eylemlerin zamanı: gidip uzaktan izler kadını, özlemini dindirmeye çalışır. Bu izleme bahsine başka öykülerde de rastlıyoruz, bir tutkunun davranışa dökülme biçimi. Baba bu noktada girer hikâyeye, aslında Keret dolayıp düğüm atacağı ögeleri baştan verir, sürpriz olarak ortaya atmaz ama burada babanın pek bir işleve sahip olmayacağını düşünmek hata değil, Keret’in uzun öykülerinde olduğu gibi epizodik anlatının özelliği bu parçalı tam. Birlikte tatile gittikleri zaman Hindistan’ın egzotik dünyası ikisine de hayat verir, aslında ironiktir, babanın günleri sayılı olmasına rağmen hiç ölmeyecekmiş gibi yaşaması Oben’in acısını dindirir, en azından babasının hâlâ hikâye anlatabiliyor olması. “Haşalom Caddesi’nde büyüyen Oben bile babasının hikâyelerini dinlerken Ramat Gan’ın uzaklarda bir yerde olduğu duygusuna kapılıyordu -sadece uzay ve zamanda değil, adını bile koyamadığı milyonlarca farklı boyutta da.” (s. 141) Babanın hikâye anlatmasının nedeni yoktur, eylemlerin üzerinde hemen hiç durmaz Keret, durursa da uzatmaz, hemen bir diğer eyleme veya yan hikâyeciğe geçer, anlatı sabit bir hızla ilerler. Bunun en ucu “On Sekizliğin Memeleri” olsa gerek, taksi yolculuğu pek kısadır ama şoförün muhabbetinin rahatsız ediciliğiyle uzar. On sekiz yaşındaki kızların memelerinden bahseder taksici, kızların yanından geçerken kornaya asılır, meme emmenin faziletlerinden bahseder. Tam bir sığırdır yani, cephedeki oğlunun akıbetini merak eden eşi aradığı zaman dahi. Özel hattı aramayı reddeder adam, evladının güvende olup olmadığını öğrenmek istemez. Eşi tekrar arar, dayanamamıştır, çocuğunun güvende olduğunu öğrenip eşine haber verir. Adam aynı sığırlığı sürdürürken gözyaşlarını gizlemeye çalışır, yanından geçtiği kıza takıp takmayacağını öğrenmek ister yolcusundan. O gözyaşları savunma mekanizmasını aşan, korkusunu sapıklıkla örtmeye çalışan adamın insan olduğunu gösteren tek belirtidir. Anlık dışavurum. Ishiguro’nun uşağının gözlerini, yüzünü silmesi gibi. Önceki öyküye dönelim, hikâyelerden oluştuğumuza göre babanın hikâye anlatması, dinleyenlerin hemen hiçbir şey anlamamalarına rağmen merakla dinlemeleri bir yaşamın şahitliği değil midir, adam kısa süre sonra ölecektir ama dinleyenlerin tepkileriyle ölene kadar var olduğunu düşünebilir, hikâyesiz, sıkıcı bir hayat yaşamadığını anlayabilir hatta oğluna bir ders de verebilir: hikâyeler yoksa hayat yok. Nitekim öldükten sonra oğlu seyahatine devam eder, yeni bir dünyayı olağanüstüyle bezer sonda, yaşadığını başka biçimde anlar. Müthiş öykü, on numara.
Kısa öykülerle bitireyim, on yıl sonra tekrar okuyup yine çarpılayım. “Katı Kurallar” bir evliliğin uzun yıllar sürmesinin sırlarını anlatan yaşlı adamın önyargısının nasıl darmadağın olduğunu anlatır, etkileyicidir. Anlatıcı ve Cecile öpüşürlerken arka masadaki adamın dikkatini çekerler, Cecile tuvalete gittiği zaman yaşlı adam anlatıcıya dünyanın en şanslı adamı olduğunu söyler, şansını sürdürmesi için üç şey yapması yeterlidir: eşte her gün yeni bir şey bulmak, çocuklara duyulan sevginin yarısının eşten geldiğini kabul etmek, seyahatten dönüşte mutlaka bir hediye almak. Nedir, Cecile ve anlatıcı evli değiller bir kere, üç taktiğin de boşa çıkmasıyla bitmez öykü, boşa çıkmanın hikâyelerine de kısaca değinir. “Öykü Biçiminde Bir Düşünce”yi Peter Bichsel de yazabilirdi, çok benzer bir şey var zaten Dünya Yuvarlaktır‘da. Keret’in şu ki Ay’da insanlar yaşamış bir zamanlar, oraya nasıl gittiklerini bilmiyoruz ama koloni kurmuşlar. Süper bir özellikleri var, düşüncelerini istedikleri biçimde tasarlayabiliyorlar. Kahve fincanı “seni seviyorum” düşüncesi olabilir, kerata ayağa küfürdür belki, duruma göre. Ay’daki insanlardan biri diğerlerinden farklı düşünür, sadece onun sahip olabileceği bir düşünceyi aramaya başlar, nihayet bir uzay gemisi tasarlayıp uzaydaki bütün düşünceleri toplamaya karar verir ama diğerleri dayanamaz, uzay gemisini oluşturan parçaları dilekleriyle değiştiriverirler. Maksat iyilik, oysa adamı deli ediyorlar, adam bir ip hayal ederek asıyor kendini. Ay’ın şimdiki halinin sebebi bu ipin hayal edilebilirliği, eğer herkes asılmayı dilerse mevzu düşünceden çıkar, uydu üzerinde kimse kalmaz ki kalmaz. “İlk uzay gemisi aya ulaştığında astronotlar ayda tek bir canlıya bile rastlamadılar. Milyonlarca krater buldular ama. Astronotlar önce o kraterleri bir zamanlar ayda yaşayan insanların mezarları sandılar, ama yakından baktıklarında o kraterlerin hiçliğe dair düşünceler olduğunu keşfettiler.” (s. 106) “Şişe”de bir içki şişesine sıkışan arkadaş, başka bir öyküde bebeğini düş gücüyle midilliye çeviren biri, daha da başka bir öyküde 19.99’a aldığı kitaplarla adeta bir mehdiye dönüşen saftirik adam, liste uzar gider. Bu mehdi komik ama, babasının karşı çıkmasına aldırmadan kitapçığı alıyor, hayatın anlamını öğreniyor ve paylaşıyor, sinagoglar panikte tabii. Giderek küresel bir tanınırlığa kavuşuyor adam, dindarları yoldan çıkardığı için sevilmiyor, o zaman başka bir kitap daha alabilir.
Dört dörtlük, başka bir şey denmez.
Cevap yaz