Kitapta Ethem Baran’dan epigraf, “Hoca” Ethem Baran’a teşekkür var, kitaptaki öykülerdeyse kırsalın siyah yahut beyaz insanları, acı çeken kadınlar, büyü, sihir, umacı, mitolojik mahluklar, canım çocuklar, hayvan erkolar, deliler, akıllılar, zırtlayan eğretilemeler, yerellik, genellik ve şahane kurgular. Kurgular o kadar şahanedir ki akarı kokarı yoktur, tak tak işler, saçak maçak bulamazsınız ki neden bulasınız, “yapılan” bir öyküde ne gezsin saçak, kusurdur. Finallerde de takırtıyı duyarız, ortalarda veya başlarda yer alan bir ayrıntı öykünün sonunda anımsatılır, son. Örnek veriyorum: “Kuponları keserken leğene pelte yapıştırıyordum, bla bla bla, kupon kesmekse ses kesmeye benzemiyordu.” Gibi. “Essah” tarzı sözcüklere pek rastlamayız ama rastladığımızda anlarız ki bir tutam lokalizasyon gerekmektedir oraya, Gamze Arslan’ın spazm geçiren anlatıcısının “ossaat, ossaat” diye tutulmasıyla aynı mantık. Bakalım, “Mercan’ın Saçları”, anlatıcının içinde üç kocakarı oturuyor, az evvel telefon çaldığında kimse yokmuş, yine gelmişler, kara makas yünlerin üzerinde, telefonda Nesrin, Hakan’ın ne dediğini soruyor. İlk paragraftan bütün kodları aldık, şimdi bunların teker teker çözülmelerini bekleyeceğiz. Sekiz yaşında bir kızın yetişkin hali sekiz yaşındaki halinin dünyasını anlatıyor, bütün olayları, konuşmaları hatırlayarak. Ebe Nine’yi unutması mümkün değil, kadın bir başına oturuyor, saçları kınalı, gözlerinin altı kapkara, suratında biçimsiz lekeler. Eziyet etmektedir kıza, üç kocakarı da eziyet etmektedir, kız evin işlerini görmesine rağmen kimseye yaranamamakta, azarların arasında göğe bakıp kuşların evlerini nasıl bulduklarına şaşmaktadır. Çocuk aklı hoplayıp zıplar, kendi yaşamını da göğe katar: kızın annesinin teyzesi Kız Hoca vudu tarzı işlerle yolunu bulurken bebeklere bizim kızın saçını da koymaya karar verince şak şak şak, saçlar gitti, kız kurtuluş yollarını düşünmeye başladı üzüntüden. “Orada öylece kırpılmış koyun gibi kalınca ağlamak bile gereksiz göründü gözüme. Camın kenarında durup yukarı bakarken uçsam dedim. Kanatlarım olsa. Sonra vazgeçtim. Gök çok büyük, annemi bulamam.” (s. 14) Saçlarıyla birlikte aklını da yitirmeye başlar kız, nihayetinde iğneler batırıldıkça beyni çorbaya dönmeye başlar, kafasında saç kalmaz, kelleşir. Hakan ne oldu, sona kaldı, bizim kız kendini deli gibi yaptığı için korkuttuğu Nesrin’e şarlar, Hakan’a haber saldırır ama kavuşamaz sevdiğine, Hakan kızın kafasında saç olsa evlenebileceğini söylemiştir. Bunu ne zaman dile getirir kız, dört “kocakarı” taşlıkta otururken, önünde bir sürü büyülü bebek varken, Hakan’ın kalbine iğneyi sokmayı hayal ederken. Peki, devam: “Ufak Bir Poster Meselesi” yine geçmişe dönüşle patlayan hikâye. Karakterler geçmişe dönmeyi seviyorlar. Bir şeye tutuluyorlar, gözleri dalıyor, bu öyküdeyse bir poster sağlıyor zaman yolculuğunu. Esnaf lokantası, pilav üstü kuru gelecek, anlatıcı duvardaki Galatasaray posterini görünce 92-93 sezonuna dönüyor çünkü “kırmızı çizgisi” Galatasaray. Yaş on bir bu kez, kız o kadar hayran ki Hayrettin’e mektup üzerine mektup yazıp imzalı bir fotoğraf koparmayı başarıyor, tabii mahalledeki çocukların kıskançlığına maruz kalıyor. Kötü çocuk Sinan ertesi gün gazetenin vereceği Galatasaray posterlerini kızın önünde yırtacağını söyleyerek adilik yapıyor, kızın cadaloz anneannesi piyasaya çıkarak hüngür hüngür ağlayan kıza ne olduğunu soruyor, kız olayı anlatınca -“posterlerin yırtılması”- Karagöz’e dönüşerek mevzuyu yanlış anlıyor ve Sinan’ın “şalteri attırmaması” gerektiğini, sigortalarla oynamamalarını yoksa kızı babasına söyleyeceğini haykırıyor. Baba “göklerdeki gözün bütün mahalleyi ağır çekime almasını sağlıyor”, Hacı Murat’ı bir çekiyor apartmanın önüne, kıza da emir cümlelerini bir dayıyor, ilah gibi bir şey oluyor hemen. Lütfederse alacak gazeteyi ki alıyor, poster duvarda. Dünyalar kızın oluyor ama o da nesi, bir facia lazımsa anneanne ne güne duruyor, melekler sevap yazmaz diye yırtıveriyor posteri. Kız melekle konuşup ninesinin kıldığı bütün namazların iptalini istiyor. Sonra yine esnaf lokantası, pilav üstü kuru, nine çok güzel yaparmış. Araya mahalleliyi, akrabaların eşini dostunu da sıkıştırın, şenlikli olsun ortam, kız dünyayı keşfeder gibi olsun. Asgari öykü bayağı, o yaştaki kızın suretlerini göreceği eğik gerçeklikle süslü. Eh. “Susmak Zamanı” bu “X-Y-X” formülüyle yazılmış bir başka öykü, sondan başa ve tekrar sona. Fırat nam çocuğumuz kollarında tuttuğu Rambo’yu öldürenlere küfür kafir gider, olanı biteni eksik yazdı diye soldaki meleğe küfrettiğinde masum meleklerin karakterlerden çektiklerine üzülürüz, oğlan babasıyla muhtarı bir gün yakma hayalleri kurar, köylülere demediğini bırakmaz ama umursayanı yoktur, ortada öyle bırakılmıştır. Geriye dönelim az, Fırat çobanlık yaparken bir ulumaya uyanır, gidip bakar, karnının orta yerine sopa girmiş köpeği görür. Rambo gibi köpektir o, adı bellidir, Fırat’ın otlarla yaptığı macunla iyileşiverir ve köyün en güçlü köpeklerinden biri haline gelir. Baba yine çakal çukal takımından seçilmiştir, başlarda istemediği köpeğin kasabada şöhret kazanmasıyla aklı giden baba hemen kabul eder dalaştırma teklifini, Rambo’nun başka bir köpeği tepeleyeceğini düşünerek Fırat’ı ikna etmeye çalışır. Nedense. “Babasına çatıp vazgeçecek oldu. Nahit bu. Yedi düvelin kara yılanı, köyün cini. Altından girdi üstünden çıktı oğlanı ikna etti.” (s. 34) Fırat’ın delifişek olduğuna, babasını bastıracağına dair malumat yok, Nahit’in sinsiliğe neden ihtiyaç duyduğuna dair bir şey de yok, çocuğun kandırılmasıyla birlikte daha fazla acı çekmesi, ötesinde okurun onulmaz bir acıya gark olması için üfürülen anlatı katakullisi var, yemeyince sinirlendim çünkü ne gerek var. Sonu da baştan belli yani, yolları çatallandırmadan başa koşmak nesi, bilmem. Bildim, asgari öykü.
“Gerçeğe Rüya Karıştı” artık illallah. Anlatıcımız Figen yatalak annesine bakan bir kız kurusudur, ocaktaki kızılcık şerbetiyse hikâyeleri tutturacağı bir yapışkandır, at murattır ve yeşillik de ottur. Anne yıllardır yatağından kıpırdamamıştır anlaşıldığına göre, sokağın halini öğrenmek istediğinde Figen geçmişi canlandırarak anlatır her şeyi. Mesela şuradan çıksa ya bir ikilik, camdan uydurulan dünyayla Figen’in dünyası bir çakışsa, inse cam çerçeve. Yok, anne yatalak, Figen kız kurusu, bir de kızılcık şerbeti kaynıyor. Usul usul kaynıyor, karakterler acılarını usul usul çekiyorlar, isyanlar bile ilginçleştirme çabası gibi duruyor. İşte, zil çalmış ama aslında çalmamış, Figen yine de komşunun veya vefat etmiş babasının geldiğini söylüyor, annesinin sırtındaki yaralara merhem sürmesi için çağırdığı Ayşe’nin bahane bulup gelmemeye başladığını anlatıyor. Öykü de yatalak yani, hiçbir yere gitmiyor, enteresanlıktan mustarip olması gereken finalde gerçekle rüya birbirine karışıyor, Figen gıcırdayan kapı sesine dönünce babasını görüyor. Öf. “Yeniçerinin Hezeyanı” atölyede iyi bir uygulama öyküsü olarak sunulacak müstesna örneklerden. Yeniçeri Şahin bir musibete yakalanmış, Miskinler Tekkesi’nde yatmaktadır. “Yeniçeri ocağının gusülhanesinde o melun lekeyi gördüğüm günden bu yana çektiğim ıstırap bedenimden ziyade ruhumda onulmaz ve dönülmez yaralar açtı ki bedelini ne ile ödeyeceğimi daha hekimbaşı söylemeden evvel bildim ben. Bu keskin ve dahi çirkin acı bir tek şeyin habercisi olabilirdi, ölümün…” (s. 45) Yok yau (no shit). Macardır bu yeniçeri kardeş, evinden zorla koparılmış, Osmanlı için savaştan savaşa koşmuştur. Fencing, parrying, macefighting, nihayetinde kara toprak, dönem esintili birkaç mevzu, tamam bu iş.
Kalıp öyküler. Dilden biraz kurtarır gibi oluyor ama yetmedi bana, okurken aşırı sıkıldım. Alıcısı çok olur, tam İletişim işi.
Ek: “Konuşsun istemedim. Sırtını dikleştirirken kokumu içine çekti. Yatalak bir anne ile kırkında bir kız kurusunun dört duvar arasındaki hayatı.” (s. 38) Yani şu öz farkındalığa bulanmış özet gelecekse bitmeli öykü aslında, okumaya devam ettirecek icat yok çünkü.
Cevap yaz