Geçtan’ın değindiği konular birkaç başlık altında toplanabilir, dağınıklığı düzeltmeden geçip gideyim şuralardan: determinizm, kırılganlık, narsisizm, uygarlık, astroloji, çakmaklar, karabuğday. Dolu, iyi, oradan oraya zıplayarak bağlanıyor bir şeyler de kuantumdur, belirsizliktir, bunları akışkanlığa saplayıvermek, modern insanın çaresizliğine falan bağlamak ne derecede doğru bilemiyorum, Sokal’ın eleştirdiği noktaya oldukça yaklaşıyor Geçtan. Ne noktası, mesela tekilliğe olumsuz bir anlam katmak, eh, kara deliğin kalbinde mutsuzluk olduğunu neden düşüneyim bilmem. Bağlamlar bambaşka olunca bağıntıyı kurmak zor, daha doğrusu o malum tuzak -kuantum benlikte Merkür yörüngesi boku temizliği- düşmemiz için bekliyor da Geçtan itiveriyor aşağı, öyle bir dalgalanma. Bu bölümlerde bilimsellikten çok imgelemi buluyoruz, oradan yaklaşırsak yine makul, geri kalanı kayda değer. Televizyonda bir şey yok, sosyal medya ideal kimliklerin ötesindeki gerçeği göstermiyor, psikodinamik psikiyatrinin işi bu yüzyılda daha zor çünkü bireyin iç dünyasının dinamiklerini ve mikrokozmosun ilişkiler ağını anlatmaya ayarlıydı geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında, şimdiyse dünyanın kestirilemezliği ve belirsizliği karşısında daha yeni donanımlara muhtaç. “Şahsen, kaos olgusunu bütünüyle kavrayabilmiş değilim, böyle bir çabam da yok, ancak anlamaya hazır olduğum kadarının bile kendime ve dünyama bakışımda temelden bir farklılık yarattığını düşünüyorum.” (s. 154) Renklerle ilgili bir metin okuyorum şimdi, Vermeer’in renk paletinin sadeliği anlatılıyor, kısa süre sonra kültürel, siyasal, ekonomik gerekçelerle pörtleyiveren onca rengin kattığı çeşitliliğin yanında Vermeer yine Vermeer. Şöyle diyorum, Cenk Taner de diyor, “her şey siyaha giderken” her şeyi kucaklamak zorunda olduğumuza kim inandırdı bizi acaba, her şeyin insanlar için olduğuna? Şöyle sadesinden bir etik, dan dun sarsılmaz demiyorum, yine de çoğu gürültüye dayanır. Geçtan metni yazdığı sırada duyduğu bir şarkıdan bahsediyor, yeni bir aşkın, işin, kaderin falanın filanın lüzumundan bahseden şarkı, bunlar lazım da kimin tedarik edeceği muamma, dışarıdan lop diye kucağa düşecek gibi tınlıyor. Venüs üç yıl içinde uygun konuma gelirse, Mars da şöyle azıcık yana kaykılırsa tıkanık alan açılır, evrenden şar diye akıverir enerji, o zaman belki. Yani dışarıda bir şeyler oluyor ama bu olanların bazıları etkili üzerimizde, etkisizlere onca anlam yüklemek, şu: “Yaşadıklarımdan öğrendiğim şey, ben ve ötekiler diye bir ikilinin olmadığı ve insanın kendine bir hayat ısmarlayamayacağı oldu.” (s. 162) Buradaki tehlike Mars’ın da “ben”in bir parçası olarak görülmesi, elementi atomu tamam da ötesinde kafayı kırmak işten değil. Deniz Göktaş’ın dediği işte, 21. yüzyılda skolastik düşüncenin merkezi Kadıköy.
İnsanın tepetaklak devrildiği yerlere bakıyorum, kendi senaryoları doğrultusunda roller verip karşılarındakinden uygun davranışları bekliyorlar. Yakın zamanda yaşadığım bir şeyi anlatayım çünkü Geçtan da anlatıyor, ben neden anlatmayayım: Birkaç ay önce âşık oldum, daha da yakın zamanda sinir krizi geçirip stajyer öğrencilerin işletmelerindeki insanlara ana avrat sövdüm bir gün. Bu benim ikinci sinir krizimdi, ilkindeki gibi -o çok eğlenceliydi, telefona “höey höey” diye haykırırken batan güneşi izliyor ama izlemiyordum, gördüğümü algılayamıyordum çünkü, tanıdıklarım korkulu gözlerle yaklaşırlarken tanımadıklarım aynı gözlerle uzaklaşıyorlardı, on yıldan sonra dün gibi çünkü travma- gözlerim karardı, elimi kolumu kontrol edemez hale geldim, iyi ki telefonu kapadıktan sonra sövmeye başlamışım. Masayı yumrukladım, bağır çağır dolandım ortalıkta, sonra o beni gördü, ölü taklidi yaptı. İyi yaptı, sığır gibiydim, sakinleşene kadar bir saat geçti. Eh, aşkla bir ilgisi yoktu olayın ama o aşka yordu. Hayatının görkemli trajedilerini anlattı, onların arasında bir bok parçasıydım ben, bir de benimle uğraşamazdı tabii. Egosantrizm de çok eğlenceli bir şey, yaşamı baştan başa geçen bir hikâyenin parçası oluyorsunuz ama oraya ait değilsiniz, hikâye başka da düzeltmeye mecaliniz yok çünkü öylesi bir kurguyu düzeltmek yorucu, zahmete değmiyor, kalsın o zaman. Oluyor böyle şeyler, samimiyet kurulamayınca oturup ortak bir hikâye çıkaramıyorsunuz, olayların aslında nasıl gerçekleştiği hakkında mutabık kalamıyorsunuz falan, ben yirmi dakika boyunca laf yiyip sustum. Haksızlığımı anlatmak için masaya oturduğumu söylemiştim başta, beklentim onun da haksız olduğu yanları fark edip dile getirmesiydi ama haklı olduğu fikrine bağlı kalıp hikâyeyi kendi başına kurdu. Haklı olmak uğruna onu üzmek istemedim, biraz da bezmiştim artık, her şey öylece noktalansın istedim. Borges’ten hoş bir alıntı gördüm geçen, neydi, şu: “Yenilgiden hoşnutum çünkü bu bir sondur ve ben çok yorgunum.” Böyle canhıraş mücadele ettiğim zamanlar vardı, kendimi ifade edebilmek için gecenin köründe saatlerce sokakta beklemişliğim vardı, çok acayip. Şeyleri kolayca bırakabilmek, bunun ne olduğunu bilmiyorum ama eskiden yoktu. Bir tür bilgelik olduğunu düşünmek istiyorum, zottirik bir şey çıkmasın.
Batı’nın din kökenli sevgi ve incelik öğretilerini benimsemeye zorlandığımız için bilinçle bilinçaltını ayırdığımızı söylüyor Geçtan, bastırılan öğretiler -Bacchus ayinleri mesela- histeri salgınları olarak ortaya çıkmış Avrupa’da, şu “ölüm dansı” denen tuhaf fenomenin nedeni. Hindular imgeler ve öğretici öyküler eşliğinde düşündükleri için bu tür kalıplardan uzak, insanın özüne daha yakın bir yerdeler, mantığa boğulmadıkları için Batı’nın “gerisinde” kalmışlar ki Doğu’nun yaşamı alımlama biçimini aynı kefede görebiliyoruz. Bir tarafta daha çok bilgi, bilim, diğer tarafta yaşamın sunduğundan fazlası yok. Bu kadar keskin çizgilerle indirgemek olayı, eh, fikir veriyor ama su götürür. Bu dikotomiyi olduğu gibi kabul etmek zorunda değiliz, bileşenlerin kaynakları çok zengin ve araştırmaya açık olduğu için Geçtan’ın görgüsünden istifade ederken biraz mesafe koyabiliriz araya. Zaman da giriyor meseleye, Uzak Doğu yaşam tarzlarında düşünce ve hayat birbirinden kopuk değil, zaman çizgisel değil, daha çok döngüsel. “Kendi adıma, son yıllarda çizgisel zamandan uzaklaşıp başı sonu olmayan zamanların sarmalını yaşadığımı sezer gibi oluyorum, ama sanki bu ben çocukken de böyleydi.” (s. 23) Ben bu çizgili döngülü zaman olaylarını anlayamıyorum, neyin kastedildiğini anlıyorum ama deneyimlediğimi ikisine de oturtamıyorum. Bir tane nokta var, o kadar nokta ki yakınlaşınca sonsuza ıraksayan çizgidir veya sarmaldır ama nokta işte, orada öyle duruyor. Aborijinlere göre şekillendirilmiş veya ölçülebilir bir coğrafya yokmuş mesela, mekân sınırsız bir şarkı hatları ağıymış, Bruce Chatwin bir romanında öyle anlatıyor. “Şarkılardan oluşan hatlar belirli noktalarda buluşurlar ve bu ağ giderek yayılır, başı ve sonu olmaksızın, sonsuza kadar. Şarkıları ve şarkı hatlarının buluşma noktalarını biliyor olmaları onların coğrafyasını oluşturur.” (s. 26) Aslında oluşturmaz, oluşan şey coğrafya değildir de Geçtan’ın kastını kabul edelim, o insanlara şarkıların satılabilir şeyler olduğunu söylemek onlar için ne anlama gelirdi acaba, Hopilere zamanın tik taklardan ibaret olduğunu söylemek neye yol açardı, bir başkasına anlattığımız şeyin kastettiğimiz şey olup olmadığını nereden bileceğiz? Bunlar umutsuzluğa düşürüyor beni, sonra umut ederek neyi amaçladığımı düşünüyorum, basit ve sıradan etiğime geri dönüyorum. Karşımdakiyle bağ kurabilirsem azıcığını veriyorum, kuramazsam hiçbir şey vermiyorum, o da kurarsa o da azıcık veriyor ve azıcıklar birikiyor, verdiklerimiz çoğalıyor, koptuğumuz zaman da bütün birikenler saçılıyor. Geçtan’ın metniyle ilgili çok az şey anlattım ama, aşağı yukarı böyle, desem yalan olacak. Okuyun yani, ne bileyim.
Cevap yaz