Aynadan yansıyan ışık, hani sokağın sesi Almanca geliyorsa dilin değişimi kendiliğinden, aynı şekilde yansı bir tür Almanca yaşamı görünür kılıyor, yaşamı Almanlaştırıyor? Biraz, ama: ayna sade bulunduğu yeri değil, bakışın bulunduğu yerleri de yansıtıyor, diyelim İstanbul’da bir tepeye sığınmış evde konuşulanlar, bir şairin şiirini sokağın nitemiyle duymak. Yabancılık tartışmaya açık burada, mesafeden bahsedilebilir en fazla, anlatıcı annesiyle telefonda konuşuyor da İstanbul’un sesini duyuyor, almacı yerine bırakır bırakmaz Alman sokağına, evine, atmosferine mi dönüyor, sanırım nesnelerle, nesnelerin vasıtasıyla bir tür kökü canlı tutmaya çalışıyor. Çalışmıyor da, yaşamları aynadan gördükleriyle birleştiriyor. Ölüm var, aynada. Annenin sesi var, aynadan o da yankıyor çünkü anne ölecek bir süre sonra, baba ölecek, diğer pek çok arkadaş gibi aynanın sakini olacaklar. Toparlayıp aynaya tıkmak her şeyi, bakışta iz bırakan ne varsayı, avlunun diğer tarafındaki ışığın yanmaması yaşlı rahibenin öldüğünü gösteriyorsa onu da. Aydınlık pencere anlatıcının mutfaktan gördüğü günbatımıymış, rengi o ışık düşürürmüş ama yok artık, bir başkası o odaya yerleşirse -manastırın odası mı, kilise mi var, ışık ve güneş nedir için bu hikâye- güneş batmaya devam edecek. Alımlama: “Merdiven boşluğunun ışığı yandı, biri merdiveni iniyordu. Evimin kapısındaki buzlu camdan içeri vuran ışık mutfağa kadar geliyordu ve ben aynada, bekleyen yüzümü görüyordum. Merdiveni inen, Bay Volker olmalıydı. Eskiden adımları şimdikinden çok daha gürültülüydü. O zamanlar genç bir adamla yaşardı; yakışıklı bir oğlanla. Genç adam yukarıda, dikiş makinesinde kendisi ve Bay Volker için güzel kıyafetler dikerdi.” (s. 9) Makinenin zangırtısını tavanında, tabaklarında duyarmış anlatıcı, aynaya bakmasa da annesinin dikiş ipliğini hatırlardı. İğneyi orta parmağına batırmış yanlışlıkla, kırmış, doktorlar iğnenin kalbe yürümeyeceğini söyleyip içini rahatlatmışlar. Çocuk anlatıcı ne korkmuş ama, kalbe yürüyen iğneyi düşünmüş, “yıllarca kırık bir iğnenin bekçiliğini yapmış”. Mezarlıkta erkeklerin arasına karışamamış çünkü kadınlar erkeklerin arasına karışamazmış mezarlıkta, kefeni dört ucundan tutup mezara koymuşlar, kefenden çıkan topukları görünce salıncakta sallandığını, aşağıdan izlediğini düşünmüş anlatıcı. Ben iğneyi merak ettim, anlatıcının aylarca nöbet tuttuğunu, en sonunda iğneyi bulup aynaya yapıştırdığını hayal ettim, öylesi yaşatıyor annesini. Aynada. Telefon konuşmalarında. Birbirine bağlanmayan anılarında, ki çoğu sıralanmıştır, aynı paragrafa sığışanları bile vardır. Epizodik. Annesiyle telefonda çok konuşur da babasını telefon ederken hiç görmemiştir anlatıcı, cenazeden sonra görür: sağı solu arayıp eşinin öldüğünü söylerken kadın bulmalarını ister konuştuklarından. Tam karşısında, annesinin oturduğu koltukta iz, baba yeni eş arıyor. O sıra deprem oluyor, telefonda konuşan bağırıyor, baba hiçbir şey hissetmiyor. Ertesi gün eczacıdan bir kadın bulmasını istiyor, söylentiye göre Bulgaristan’dan Türkiye’ye kaçmaya çalışan kadınlara Türk sınır polisleri tecavüz ediyorlar, baba Bulgar bir kadın bulmasını istiyor oğlundan. Bay Volker yalnız kalıyor, baba gibi. Düsseldorf’un sokaklarını çiziyor anlatıcı, hangi nesneyle, hangi hayvanla etkileştiyse hepsine yer veriyor, terk eden sevgililere, tanıdıklara, göçmenlere, insanların öldüğünü her defasında hatırlatan annesine, geçmişte kalan her ize. “Ve şimdi, şimdi düşünüyorum da, avludaki yaşlı rahibe de öldü. Yeni bir ölü geldiğinde, aynadaki ölüler ona yer açıyorlar. Bazen pencereden bir arı giriyor ve aynada, ölülerin arasında uçuyor. Ölüler onu görüyorlar; ocağın üzerinde fokurdayan espresso makinesinin dumanını da görüyorlar. Ya da açık pencereden bir kuş giriyor ve aynanın etrafında uçuyor. Banyo küvetinde duş yapıyor, kendimi çıplak olarak aynadaki ölülerin arasında görüyorum.” (s. 19) Annesinin sesiyle konuşur anlatıcı, kasabın etiyle doyar, rahibenin inancıyla dua eder, her şeyi sıkıştırmıştır o görüntünün içine. “Şair Can” dediği -Can Yücel, nereden anlıyoruz, alıntılanan iki dizeden- İstanbul’daki arkadaşıyla da, onca insanın arasına sıkışmadan önce görüşmelidir, telefonla konuşmak yetmez, metin son görüşmede anlatıcının ertesi gün uçağa bineceğini söylemesiyle biter. Benim için bitmez, Özdamar’ın atlamalı zıplamalı anlatıları öylesi etkileyicidir ki defalarca okumak isterim, hatta bir onun metinlerini defalarca okumak isterim, başka hiçbir yazar beni itmedi oraya, o kadar.
“Karagöz Almanya’da” Özdamar’ın yazdığı ilk tiyatro oyunu, 1982. Misafir işçi mektubundan yola çıkmış yazar, işçiyi hiç tanımamış ama yazdıkları ilginçmiş. Ne Türkiye’ye ne Almanya’ya uyum sağlayan işçinin eşinin her gidiş gelişinde hamile olmasından işkillenmesi var işçinin, eşinin anlattığından yola çıkarak bir ihanet hikâyesini açığa çıkarma çabası var, bu yüzden dönmüş gibi görünüyor. Özdamar işçinin mektupta yazdığı gibi yaşamının roman olduğunu göstermek istemiş, atlamış trene, istikamet Türkiye. Avusturya’da Yugoslavlar binmiş, Yunanlılar varmış zaten, Yugoslavya’da birkaç Türk baba da binmiş. Trafik kazasında ölen oğullarını ve kızlarını alıp Türkiye’ye götürmek için boş tabutlarla gelmişler, Yugoslavlar çok özledikleri eşleri için türküler söylüyorlarmış, günlerce böyle bir yolculuk. Ha, işçinin mektuplarında yazdıklarını özetliyor ara ara Özdamar: “Almanya’da, Maocu Türk öğrenciler tarafından politize edildi. Bir fabrikanın önünde onlarla birlikte, Türk faşistlere karşı broşür dağıttı. Faşistler geldiler, Maocu öğrenciler tüydüler, onu tek başına bıraktılar. Türk faşistler onun yüzüne vurdular, yüzünün yarısı felçliydi.” (s. 38) Oyunun hikâyesini öğrenecektik, mevzu nerelere geldi. İyi ki geldi, oraya buraya uğramadan tadı çıkmaz. 1986’da sahneye koymuş oyunu Özdamar, yıldızlarla çalışmış, amatörlerle çalışmış, ayrıca gerçek bir eşek, bir koyun ve üç tavukla. Başta herkes arkadaş, hayvanlar uyumlu, birinci haftadan sonra işler karışmış. Tuncel Kurtiz bir Almana öğretmeye çalışmış Türk işçilerin jestlerini falan, Alman oyuncu “kimyon Türk” diye hakaret etmiş, Kurtiz de yapıştırmış “SS subayı” diye. Bir Alman her sabah “Bayan Humeyni” diye selamlıyormuş Özdamar’ı. Eşek bir gün Kurtiz’in ensesini ısırmış, Kurtiz eşeğin kafasını kolunun altına sıkıştırmış ama kurtulamamış bir türlü, olay çıkmış. Eşek durmamış, Alman oyunculardan birini tepince oyuncu eşek varsa oynamayacağını söylemiş, Özdamar da eşekle konuşacağını söylemiş falan, böyle bir dünya absürt, eğlenceli, tuhaf olay. Oyun oynanmış, başarılı da olmuş, yıllar sonra oyuncular birbirleriyle ilgili havadis edinmeye çalışmışlar, kopmamışlar yani.
İki Berlin’in birleşmesinden çok yazı çıkmış, Özdamar’ın dışarıdan bakan bir göz olduğunu düşünmüşlerdir ama ayrımcılığın ne olduğunu biliyor, Almanlardan daha içeride. Doğu Berlin’e taşınmadan önce Batı’da son kez gezinirken sokak yazılarına denk geliyor, Doğu’yu aşağılayan sözler, Kızılların gaz odasına atılması, kadınların direnişinde barış umudu, Almanya’nın barışı öğrenmesi gerektiği, nicesi. Doğu’da kelimenin Batı’ya göre çok daha etkili olduğuna dair dramaturg Heiner Müller’in hikâyesi: Hamlet çevrilmiş, galada seyirciler Danimarka’nın çürüdüğünün söylendiği bölüm gelince gülmeye başlamışlar ama aralarından bazıları şışt pışt yapıp susturmuşlar gülenleri, biliyorlar ki çok gülerlerse oyun yasaklanacak. Kaçış hikâyeleri de meşhur, adamın biri kuğu kıyafetiyle yüzerek Batı’ya geçmeye çalışırken gerçek kuğular gelmiş yanına, hep birlikte karşıya geçmişler. Hangi filmdeydi, yamaç paraşütüyle karşıya geçen birini alkışlıyorlardı, bir de güçlendirilmiş bir araçla duvarı delerek karşıya geçmeye çalışanlar vardı. Zengin bir anlatı, Brecht’in mezarının hemen yanında Heinrich Mann’ınki var, Özdamar mezarlıklarda arıyor düşüncenin birliğini. Hegel, orada, Fichte’nin yanında.
Kurmacalarından daha iyi diyeceğim, Özdamar’ı okumak keyif.
Cevap yaz