Eduardo Galeano – Kullan-At: Gezegenimiz, Yegâne Evimiz

Çevreci teknokratlar karbondioksit toplayan koca makinelerle hava kirliliğini yok etmeye çalışıyorlar, makinelerin harcadığı enerjiyi elde etmek için katledilen doğa. Nehirlerden sağlanacak enerji, Latin Amerika’da pek çok ırmağın akışına ölüyor ülkeler, suyu kesilince mahvolan toprak, doğa. Kuzey’in tükettiğini Güney de tüketmeye başlasa Dünya yetmiyor, on tane daha lazım, öyleyse bu gelişmekte olan ülkeler nereye doğru gelişiyor? “Resmi dil, tüketim toplumuna cezasızlık bahşetmek için gerçekliği boğuyor; söz konusu cezasızlık topluma ve bu durumdan istifade eden büyük şirketlere gelişme adına model olarak dayatılıyor.” (s. 11) Yeşile boyanan her şeyin yeşil olduğuna inanmayanların sayısı artıyor, Galeano’nun anlattığına göre çevresel yıkımın etkilerine doğrudan maruz kalan yerlilerin eylemleri katliamlarla sonuçlanıyor, polis küçük çocuklar dahil önüne kim çıkarsa vuruyor ama ceza almıyor, daha fazlasını vuruyor, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlayanlar hiç uygulanmayacak yasaları meclislerden geçirmeye çalıştıkları zaman -misal Uruguay Parlamentosu, Çevre Koruma Yasası- şirketler suratlarındaki yeşil maskeyi çıkarıp haykırıyorlar. Bizde de tartışılmış bir zaman, sanayileşmenin yol açtığı kirliliği eleştirenler aslında işçi sınıfına karşı olabilir miymiş, ne akıl tutulması. Uruguay’da doğa savunucularının yoksulluğun avukatları olduğu, ekonomik ilerlemeyi sabote etmeye çalıştıkları ve yabancı yatırımı kaçırmak için ellerinden geleni yaptıkları söyleniyor, iş bulma umuduyla kıyımın her türlüsüne gönülsüzce arka çıkan insanları düşününce büyük çaresizlik. Köyü yakılıp yıkılınca, suyu kirletilince, hayvanları itlaf edilince ve öldürülmemişlerse yerlilere şehre göçmekten, sefalet içinde yaşamaktan başka şans kalmıyor, Dünya Bankası tarafından fonlanan kalkınma hareketleri bu insanları kalkındırmıyor, modernleşme adına piyasanın çarklarına atıveriyor yaşamları. “Giderek daha az satın alan ve daha aşağı bir fiyat ödeyen piyasanın kutsallaştırılması beraberinde dünyanın güneyindeki tüketim diniyle uyuşturulmuş büyük şehirlerin sihirli ıvır zıvırlara gark olmasını getiriyor, bu arada ekilebilir araziler tükeniyor, onları besleyen sular kirleniyor ve kurumuş bir yara kabuğu eskiden orman olan çölleri kaplıyor.” (s. 14) Finlandiya merkezli bir şirket Şili’de ağaçlara mı musallat oldu, kestiklerinin yerine yenilerini diktiriyor ama kuşların bildiği ağaçlar değil onlar, nispeten sentetik, yapay bir cennet oluşuyor da ağaçlar öyle bir su çekiyor ki kaynakları kurutuyor. Bu ağaçların Finlandiya’da dikimi doğayı koruma kanunları gereği yasak.

Chico Mendes gibiler çıkıyor arada sırada, çevreci militanlar, toplumsal mücadeleyi örgütlemeye çalışıyorlar. 1988’de cinayete kurban gitmiş Mendes, memleketi Brezilya’nın Amazon ormanlarını korumaya çalışıyordu, yerlilerin toprak sahibi olması için eylemleri vardı. Beş yıl sonra hazırlanan bir rapora göre her yıl yüzden fazla ırgat toprak savaşında öldürülüyor, dört milyon işsiz köylü iç bölgelerdeki tarım arazilerinden şehirlere gidiyordu, Galeano’ya göre bu tablo bütün Latin Amerika’yı betimliyor. Meksika’da bir çocuk oyun oynarken kimyasal atıkla dolu bir nehre düşüyor, hemen çıkıyor oradan ama ne kaptıysa artık, kısa süre sonra hayatını kaybediyor. Zafer Açıkgözoğlu‘nu unutmadık, Latin Amerika’dan halliceyiz. Yine Brezilya’da köyden göçen iki çöpçünün karıştırdığı yığınlardan çıkan kapsülü akıl almaz, çöpçüler kapsülü açtıklarında parlak bir maddeyle karşılaşıyorlar. Değişik bir şey, üstlerine başlarına sürüyorlar, parlıyorlar, parlamalarıyla eğleniyorlar, sonra kapsülü evlerine götürüp maddeyi arkadaşlarının, mahallelinin sürünmesine izin veriyorlar. Ertesi gün halsizlik, kusma başlıyor, kısa süre sonra da ölüyorlar. Radyoaktif bir maddenin çöplüğe atılabilmesi gösteriyor ki iş bilmez, daha doğrusu umursamaz şirketler her yoldan öldürüyor, sonra Şili’nin hava kirliliğinin temizlenebilmesi için Santiago’daki bir tepeyi dinamitle havaya uçurmayı öneriyor ki rüzgâr esebilsin oralarda, Meksika’ya gökdelen boyutunda vantilatör tasarlıyor. Kirli hava ihracatı. Çöpler satılıyorsa kirli hava da itelenebilir. Bu arada Adana’daki ithal çöplerin yığıldığı topraktaki kirlilik oranı normalin binlerce kat üzerinde çıkmış, işte böyle öldürülür dünya. Ekvator’da katiller yerlilere “cellat” diyorlar, her üç Ekvatorludan biri yerli ve tarihsel bozgun gereği yenik olduğu için diğer ikisinin hakaretlerini sineye çekmek zorunda. Güney Afrika’daki Siyahlar gibi davranıyorlar onlara, otellere ve lokantalara giremeyen yerliler kendi dillerini konuşmuyorlar ki dışlanmasınlar. Amazon’un iç kısımlarında doğmuşlar, sesleri kısılmış, lanetlenmişler. “Yerliler aptal, serseri, sarhoş. Düzen tanımadığını horgörüyor, çünkü korktuğunu yok sayıyor. Horgörme maskesinin ardından korku kafasını uzatıyor: İnadına canlı kalan bu eski sesler ne diyorlar? Konuştuklarında ne söylüyorlar? Sustuklarında ne diyorlar?” (s. 28) Toprağın nasıl alınıp satıldığını anlayamıyorlar bir kere, doğuran ve kollayan toprağın sahibi olur mu, akılları almıyor. Tanrıları giyinik insanlar konusunda onları uyarmış zamanında, Siyuların büyücüsü dev bir örümceğin ağ ördüğünü görmüş, açlıktan öleceklerini o zaman anlamış. İşgalcilerin raporlarında ne kadar “cahil” oldukları yazıyor: tek bir hırsız, kötü alışkanlığı olan adam, aylak gezen bir serseri ya da zina yapan kötü bir kadın yok, doğa öyle bir bölüştürülüyor ki herkes kabul ediyor payını, kimse kimsenin toprağına göz dikmiyor. Peru’nun büyük fatihleri Güneş Tapınağı’nı baltalarıyla parçalarken Don Mancio meşhur altını götürmeyi başarmış, Güneş’in devasa altın yüzü kumar masasında yitip gitmiş bir gece. “O taş, benim” kadar sarsıcı metin azdır: Kralın memuru sorgulama için cadının getirilmesini bekliyor, yerdeki putu ayaklarıyla eziyor. Askerler cadıyı sürükleyerek getiriyorlar, o sıra put Keçuva dilinde selamlıyor cadıyı, memur kendinden geçip yere yuvarlanıyor. Yaşlı kadın yerde yatan adamı yelpazelerken putu için yalvarıyor, kırmasınlar. “Yaşlı kadın o taşta tanrıların yaşadığını ve eğer o kutsal nesne olmasaydı kendi ismini, kim olduğunu, nereden geldiğini bilemeyeceğini ve bu dünyada çırılçıplak, yitik bir halde dolaşacağını ona açıklamak isterdi.” (s. 39) Fransız kâşiflerin, keşişlerin yorumlarından da koca bir dünya çıkıyor: mülkiyet ve kıskançlık yok, Kanada yerlilerinin arasında koca göbekli ve kambur kimseye rastlamıyorlar, organ kaybı olanlar savaş gazisi. Bir benzerlerine itaat etmiyorlar, seçtikleri şefin hiçbir ayrıcalığı yok, kadınlar erkeklerle eşit biçimde fikir yürütüyor. Son sözü yaşlılar konseyi veya halk meclisi söylüyor. Rüyalara itaat ediyorlar, yüce ruh rüyalar vasıtasıyla konuşuyor çünkü. İştahlarından başka saat bilmiyorlar, sadece acıkınca yiyorlar, hem erkek hem kadın istediği zaman sonlandırabiliyor evliliği, bekâret onlar için önemsiz. Her türlü soyut düşünceyi anlamaktan acizler, haliyle cehennem fikrinin dengi onlarda yok. Dostları da o cehennemde olacaksa gidebilirler, dert değil. Batılılar da onları anlamıyorlar, sonuçta anlaşamıyorlar ve cehennemlerini paylaşıyorlar. “Toprağın bu sesleri, engizisyonlar ve şeytan çıkarmalar tarafından istila edilmiş, iyileşmek için şuruplardan, pürgatiflerden ve kan almalardan ziyade duaların, büyülerin ve muskaların sihrine bel bağlayan XVII. yüzyıl İspanyası’nın kulağına cehennemin sesleri gibi gelir.” (s. 43)

Şeker Kral’ın hikâyesini anlatıyor Galeano, kraliçelerin çeyizlerine bile giren, eczanelerde gramla satılan şekerin -Kolomb sağ olsun- bugün Dominik Cumhuriyeti’ndeki topraklarda on numara yetiştiği görülünce hemen plantasyonlar kurulmuş, bedava işgücü için Afrika’dan gemilerle köle getirilmiş, sonrasını biliyoruz. Kahvesi, pamuğu, sanayinin uçuşa geçmesi, küresel pazar derken bugündeyiz, dağların içi altın çıkarmak için boşaltılıyor, köylüler eylem yapıyorlar, gözaltına alınıyorlar, tutuklanıyorlar, dereleri savunanlar öldürülüyorlar, işçiler grevde, şehirler yorgunluktan bitik, şirketler ne kadar çevreci olduklarını göstermek için yüz iki yıldızlı otellerde, inşaatında işçilerin öldüğü görkemli yapılarda etkinlikler düzenliyor, devlet üç milyar papele mülteci alıyor. Korkunç zamanlar ama dünya direniyor.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!