Metnin sözcük ekonomisine bakıyorum, kötü. Selma’nın şiir sevdasından diyeceğim, ilk bölümün civar tasvirlerindeki aşırı lirizmi diğer bölümlerdeki tasvirlerde görememek neden, girizgâhta daha mı şiir olmalı, serbest dolaylı anlatıcı bazen isyan edip Selma’nın bunaltısından mı kaçıyor nedir, tutarsızlıklardan biri burada. En başta şunu demeli, Ojen tabuya çomak sokup ebeveynliğin dönüşebileceği kabusu -çocuk ve ebeveyn açısından- cesurca ele alıyor, romanla ilgili yorumlarda bu mevzu hunharca övülmüş de uzunca bir öykünün yapısıyla kusursuzlaşabilecek hikâyeyi romana yayınca tekrarlar yüzünden fenalık geçirmekten kimse bahsetmemiş, benzetmelerin sakilliğinden ve daha pek çok sorundan da. “Süphan Dağı’ndan Van Gölü’ne uzanan incitici bir rayiha” yayılsın şimdiki zamana, güzel de inciticilik? “Şiirsel ritim” gezegenler dönüyor diye, doğaya güvenmemek “anlamlı sandığımız hayatımızı” bir anda hiçliğe gömebilir diye, manzaralar güzelliği korkunç karanlıklara borçlu, yani bunlar bizi aile dramına hazırlamak veya atmosferi oluşturmak için sanıyorum, hazırlanmak ve oluşmayana sığışmak zor. Aşırı malumat, defalarca yinelenen ve azıcık farklılaşsa dahi yeni bir görüşe yol açmayan tasvirler, karakterlerin birbirlerinden ne kadar nefret ettiklerinden başka pek bir şeye dokunmayan bir hikâye. Araya sıkıştırılan bir iki şeye dikiz: Her pazartesi ve cuma bayrak günüdür, kıyamet de kopsa o bayrağın yerinde olması lazım, buradan iyi bir eleştiri geliyor da göze sokula sokula. Selma’nın kızı Görkem’in âşık olduğu, birlikte uzaklara gitmek istediği öğretmeninin öldürülmesi başka mesele, Selma’nın dediğine göre Görkem ölümden haberdar ama üsteliyor, karakterlerin gerçeklik algılarının cortladığını da söyleyebiliriz. Sarmal anlatıya bağlasın bari, patolojinin anlatıma yansıması olsun, yok. Necati Cumalı’nın söylediği hiç yok: romanı öykü inceliğiyle yazmak. Tartıya dikkat etmek, ayarları göz önünde bulundurmak, hele çok parçalı bir romanda. Aşı da böyleydi, Ojen cephesinde değişen pek bir şey olmadığı ve tahminimce olmayacağı için bu son buluşmamızdı, gerçi önceki metin sondu ama bunu çok ucuza bulup almıştım, 5 TL’ye. Neyse, göl donduğu zaman kuşlar da donabilir, birileri buzu kırıp suya düşebilir, “tesadüflerin şuursuz işleyişi” felaketlere yol açabilir. Tamam, çok tehlikeli bir yerdeyiz, anladık. Aralık ayının son günleri, öyle bir fırtına var ki kapıyı açmak mümkün değil, lojman karla örtülmüş durumda. Görkem hemen mevzuyu olduğu gibi aktarıp anlatının ilerleyen bölümlerindeki karanlığı dağıtıyor: “Zihninde uç veren tekinsiz düşüncelere rağmen bir çocuk olduğunun farkındaydı. Bir yandan yaşının konforundan faydalanmaktan hoşnut, öte yandan Selma’nın bu durumu umursamamasına içerliyordu.” (s. 11) Anlatı tamamen bu umursamazlık üzerine kurulduğuna ve başka yöne gidemeyeceği kadar sıkı sıkıya örüldüğüne göre bu kadar açılmaması lazım haritanın. Harita diyorum, geçende karakterlerin anlatıdaki durumlarını düşününce aklıma Age Of Empires emekçileri geldi. Scout var elimizde, salıyoruz, karanlık alanları açıp dünyanın sınırlarını ve içerdiklerini belirliyoruz, adamı geri çağırdığımız zaman görüş alanının dışındaki bölgeler hafif kararıyor, böylece oralarda dağ taş su mu varsa görmeye devam ediyoruz da sonradan o noktalara gelen rakibin askerlerini veya inşa ettiği yapıları göremiyoruz. Görmeyelim zaten, harita pasparlak açık olduğu zaman her şey az çok belirleniyor, iyi olmuyor. Görkem’in bütün kartları açması kötü. İyi yanlara bakalım, mesela Selma’nın suyu gelir, bacaklarının arasından sızan sıvı Görkem’in ayaklarına ulaşınca kız zevk alır, ağzının içindeki tiksinç, kıvrak zevk alış Selma’nın emrivakileriyle nefrete dönüşecektir. Gerçi yerinde emrivakiler, kadın doğuruyor çünkü, jilet istiyor ki yolu biraz daha genişletebilsin. Kız olursa kötü, Görkem ailedeki tek kız olarak kalmak istiyor. Gerçi bebek doğmasa, Selma o an geberip gitse en iyisi. Nefretlerinin eşitliği de pek makul değil aslında, Selma üniversitede tanıştığı Metin’e âşık olur, evlenirler, Metin’in atandığı yere gelip öğretmenliğe başlarlar ve çocukları olduğu zaman Selma aşklarının bittiğini düşünür. Herkesin çocuk sahibi olmaması gerektiği söylenir, doğrudur da kurmacada bunu geçmişe göz atarak, anneliği deşerek, çocuklarla anne arasındaki iletişimi farklı açılardan göstererek sunmak, hatta olabildiğince sunmamak da sezdirmek makuldür. Burada mevzu nedir, Selma çocuklarını böcek olarak görür, kalsiyumundan magnezyumundan çalıp da doğmuştur çocuklar, eşini elinden almışlardır, aşağı yukarı bu. Bu kadar, atışmalarını takışmalarını görüyoruz geri kalan kısımda. Metin’in de Allah belasını versindir, çocukları o istemiştir çünkü, Selma’nın annelik vazifelerini yerine getirmediğini görünce çocukların bakımıyla uğraşmaya başlayınca sevgi de son bulmuş, sık sık kavga etmeye başlamışlardır. İşte, son kavgada eline geçirdiği her şeyi fırlatmıştır Selma, Metin’e söylenmeyecek şeyler söylemiş, adamı evden kaçırmıştır. Sık sık yaşanır bu, Metin bir süre sonra hep geri dönse de o kez geri dönmez. İki ay geçtikten sonra bile dönmeyecek, eşini ve kızını merakta bırakacaktır. Okul çalışanı Yasin sık sık sorar, Metin’den haber olmadığını öğrenince karlar eridiği zaman mutlaka ilçeye gidip soruşturacağını söyler ama gitmez. O ara çocuklar aç kalır, pislik içinde dolanmaya başlarlar. Will Self’in bir öyküsüydü galiba, esas karakter kana karşı bir tür açlık yüzünden yavaş yavaş delirip olmayacak işler yapıyordu. Ne güzel öyküydü o, Selma’nın baştan sona hep aynı delilik çizgisinde, üstelik apaçık biçimde kalması, çocukların açlığıyla birlikte başka sorunlarının ortaya çıkmaması veya salt öfkeden başka bir şey hissetmemeleri, karakterlerden çok tiplerin mücadelesini görmekse ne yazık. Selma’nın bazen aşırı coşkulu, genellikle de müthiş pesimist ve sinirli olması bipolar bozukluğu ön plana çıkarsa da anneliği istememenin, role sığmamanın geriye düşmesi de yazık.
Görkem’in arızasını annesinin sevgisizliğine mi bağlamalı? Rüyalarında öğretmenini görüyor, kaza yapıp kan revan içinde kalmış. Ellerini uzatıyor, öpmek için kendine çekiyor Görkem’i, o sıra Görkem adamın dudaklarını ısırıp kanatıyor, ne varsa çekiyor içine, “küçücük ağzı kanalizasyondan mikrobik sıvılar, dışkılar çeken bir vidanjör gibi genişliyor”. Ucuz değil mi bu ya, ben mi sığırım acaba, Görkem’in aşırı hastalıklı rüyaları yüzünden dehşete düşmem mi lazımdı, sonra gölde bulduğu ördeği çekiştirirken bacaklarını kopardığı kısımda soluğumu mu tutmalıydım bilemedim, Görkem de havada süzülen bir karakter olarak kaldı. Annesini -hiçbir zaman “anne” demiyor bu arada, hep “Selma”- kömürlükte bırakması ve kapıyı açmaması makul, aslında çekişmelerin hemen hepsi öngörülebilir. Görkem’le kardeşi Murat oyun oynuyorlar mesela, sevmedikleri şeyleri sıralıyorlar. Bölümün başından sonunu tahmin edebiliyoruz, dehşete düşme eşiğimiz de oldukça yüksek, pek çok örnek sayılabilir de Tyrion Lannister’ı görmüşüz yani, kolay kolay şaşırmayacağız. O halde anlatımın, üslubun numarasını görmek istiyoruz, en ufak bir şalala bile bunlarla kat kat büyüyebilir ama kara bir pastorallik dışında ne bulabiliyoruz, hele o sondaki gerçeküstü hadiselerden, lojmanı yiyip yutan jöle kütlesinden bir parça da biz mi yemeliyiz ki Selma’nın bebeği gibi biçimsiz bir şeye dönüşelim romanın sonunda? Belki o zaman beğenirdim, şu haliyle nefret bombardımanı derdim bu roman için, çok iyi bir meseleyi çok kötü bir anlatımla ele aldığını, çevreyi eşelediği kadar karakteri de eşelemesi gerektiğini söylerdim. Romanın değil, yazarın tabii. Sait Faik’in Oktay Akbal’a söylediği geldi aklıma: “Duvara değil, insanlara bakacaksın!”
Cevap yaz