Aydınlanma Çağı’nda doğan Hoffmann, Romantizm’in başat sanatçılarından biri olarak müzisyen ve yazar kimliğiyle bilinse de aynı zamanda ressam, avukatlık da yapıyor. Rönesans’ın son adamlarından biri denebilir, sanatın birçok dalında yetkinliğini göstermiş. Adındaki “Wilhelm”i “Amadeus”a çevirecek kadar Mozart hayranı, eserleri bugün de beğeniyle dinleniyor, diğer yandan Dostoyevski’nin pek beğendiği bir yazar. Çağına göre müthiş metinler yazmış, Poe başta olmak üzere pek çok yazarı müthiş hayal gücüyle etkilemiş. Bunda Aydınlanma’nın mantığını doğaüstüyle birleştirme başarısını göstermesi temel etken zannediyorum, öykülerinde karakterleri konuşturarak diyalektik bir dünya fikrini ortaya koyuyor, Freud’dan önce bilinçaltını imleyen tezinde hayaletlerle gündelik yaşamın yeni aydınlığını birlikte var etme uğraşı dikkat çekici, en azından bunu yüz elli yıl sonraki yazarların okuru doğaüstüne inandırmak için yer verdikleri gevezelikler yoluyla yapmıyor, böyle bir istek doğrudan ele alınırsa anlatıyı bölüyor, daha en baştaysa okur güdülmüş olarak buluyor kendini, hoş değil. Hoffmann bu tür tartışmaları oldukça başarılı bir şekilde yerleştirmiş öykülere, bölünme hissi yaratmıyor. Olay akışında, olayları birbirine bağlamada problemli olduğu söylenebilir, belki diyalogların yapaylığından bahsedilebilir, bu da bir nevi anakronizm olabilir, zira dönemin insanlarının davranışları, konuşmaları tam da Hoffmann’ın yansıttığı gibiyse şahane. “Fantastik realist” diye bir şey gördüm Hoffmann hakkında, gerçekten de yaşamın doğallığı içinde umacılara yer olduğunu düşünüyor okur. Ben düşündüm, dolabımızın mütemadiyen tıkırdamasına, belki aralanmasına ve olan her neyse daha öteye gitmemesi durumunda bunlara alışabileceğimizi, yaşamımızı sürdürebileceğimizi düşünüyorum. Böyle bir şey yazacağım, aklımda: Kirayı mirayı zar zor denkleştiren, işten eve ölü gibi gelen bir karakter var, evdeki değişiklikleri fark etmiyor önceleri. Dolap kapılarını kapatmasına rağmen açık buluyor ama dalgınlığına veriyor mesela, ışıkları açık buluyor, ne bileyim, böyle şeyler. Bir gün kitap okurken göz ucuyla bir hareket görüyor, baktığı zaman hiçbir şey yok. Sonra eve geliyor, masasının üzerindeki bir kağıdın bir saniyeliğine havada süzüldüğünü görüyor falan. Ne olduğunu anladığı zaman bir anlığına taşınmayı düşünüyor ama aşırı yorgun, çok yorgun, ailevi problemler, yaşama dair kaygılar derken pek sevdiği evinden ayrılmamaya karar veriyor, dişlerini fırçalarken kendi kendine açılan musluğu kapatıp yatağına gidiyor falan. Tabii araya bir dünya şey sokmak lazım, böyle odun gibi anlatınca iyi olmadı ama bir şeyleri bir şeylerle bağlarım, olur bence. King’in Cujo‘yu yazma fikrine ulaşması gibi. Bir şeyleri bağlarsınız, bağlamanız gerekir, yoksa çok kuru bir metin çıkar ortaya. Bu bir şeyleri dağıtmadan bir araya getirmek de meziyet, gerçi aşırı bir saçmaca yoksa yine olur. Tüfeğin patlamasıyla ilgili mevzunun devamını düşünmüyoruz, Çehov tüfek/silah patlamazsa seyircilerin kandırılmış gibi hissedeceklerini söylüyor. Eh, şu zamanda iyi kandırıkçılık iyidir, hatta okuru düşünerek pek bir şey yapmamamız gerekiyor. Okur kendini ve metni düşünmeli, yazarın kaygısı olmamalı bunlar. Neyse, çok dağıldı, bu kitapta iki öykü var, ilki “Kumadam”. “Sandman” olarak da bildiğimiz bu arkadaşın izini Yunan mitolojisine dek sürebiliriz, çok temel özellikleri vardır, öyküde de anlatıldığı gibi gözlere kum döker. Uyumayan çocukların gözlerini çıkarması, kendi yavrularına götürmesi, yavruların bu gözleri gagalaması ekstrem uğraşlar gibi gözüküyor ama mitolojiden, masallardan bahsediyoruz, sonuçta kendi çocuklarını yiyen tanrıların olduğu yerde Kumadam normal.
Öykü mektuplarla başlıyor, Nathanael’in Lothar’a yazdığı mektupta çok acayip bir olay var. Nathanael, ailesinin başına gelen faciayı anlatırken o günleri hatırlamanın sonucu olarak deli gibi korkuyor. Babasının yakın arkadaşı Avukat Coppelius’la alakalı bir durum var, adam sık sık ziyarete geliyor, Nathanael’in babasıyla bir şey üzerinde uğraşıyor, kara sanatla haşır neşirler muhtemelen. Nathanael’e göre Kumadam bu Coppelius, bir gün deney sırasında Nathanael’i kaparak çocuk gözlerine sahip olduklarını haykırıyor, baba da haykırarak arkadaşından oğlunu bırakmasını istiyor. Çocuğu tartaklıyor Coppelius, adeta komaya sokuyor, ardından kirişi kırıp şehirden ayrılıyor. Baba ölüyor, Nathanael nefretle doluyor, yıllar sonra bu mektubu yazmasının sebebi, karşılaştığı barometre satıcısının Coppelius olması. Yıllar sonra karşı karşıya geliyorlar, bu olayı sıcağı sıcağına yazıyor genç adam. Mektuba nişanlısı, Lothar’ın kardeşi Klara cevap yazıyor, kısaca Nathanael’in anlattığı bütün olayları mantıklı bir şekilde açıklıyor, Nathanael yazdığı cevapta yaşananların anlattığı şekilde gerçekleştiğini, mantığın bu olaylarla ilgisinin olmadığını söylüyor ve mektup biter bitmez anlatıcı çıkıyor ortaya, biz okurlara seslenerek doğaüstü bir şey yaşayıp yaşamadığımızı, Nathanael’in hikâyesinin -eğer öcülerle karşılaştıysak- çok tanıdık geleceğini söyleyerek hikâyeye kaldığı yerden devam ediyor, arada hikâyeye nasıl başlayacağını uzun uzun düşündüğünü anlatıyor, çeşitli başlangıçları ve bu başlangıçların olumsuz çağrışımlarından bahsediyor, en sonunda mektup tekniğinde karar kıldığını söylüyor. Tabii teknikse bu, mektuplar gerçek değilse. Yersek yani. Neyse, Nathanael’in inancıyla Klara’nın mantığı aralarında derin bir uçuruma yol açıyor, tartışıyorlar, Lothar mevzuya dahil olunca iki adam düelloya kadar vardırıyor işi derken barışıyorlar falan, bu bölümler biraz üfürükten. Asıl mevzuda Coppelius ve yeni bulduğu arkadaşının garipliklerine şahit oluyoruz, yeni arkadaşın kızına âşık olan Nathanael arkadaşlarının uyarısını dinlemeyerek kızla evleneceğini söylüyor ama sonradan ortaya çıkıyor ki kız otomat, Nathanael bu deli ikiliden birinin verdiği dürbünle baktığı için kızdaki gariplikleri göremiyor, son âna kadar. Toparlıyor durumu, Klara’ya dönüyor, ardından güzel bir manzaraya dürbünle tekrar bakınca tekrar deliriyor, Klara’yı öldürmeye çalışıyor, bir dünya olay. Başlarda Kumadam’la ilgili olan hikâye sonradan bambaşka bir nitelik kazanarak delilik anlatısına dönüyor, ilginç. Klara’yla Nathanael’i bir araya gelmeye çalışan doğayla doğaüstü olarak görebiliriz, sonuç facia.
İkinci öyküyü Henry James okuduysa pek sevmiştir, “Issız Ev”. Tipik bir ortam, birkaç arkadaş bir araya gelmiş, “etrafımızı saran açıklanamaz gizemlerin derin gerçekliği” hakkında konuşuyorlar, altıncı histen, olağanüstünün doğallığından bahsediyorlar, sonra biri kısa süre önce başından geçen garip bir olaylar dizisini anlatmaya başlıyor. Ağır ağır örülen, gerilimin yavaş yavaş tırmandığı bir hikâye. Adamın dolandığı mahalde eski bir yapı var, bir kontun malikanesi, boş. Boş olduğu söyleniyor en azından, adamımızın gördüğüne göre içeride birileri var. Malikaneye komşu olan bir dükkânda çalışan adam, evden gece vakti çığlıklar, ağlama sesleri geldiğini söylüyor, o sırada evin kâhyası gelerek alışveriş yapıyor, o da garip bir adam. Sonrasında bizim eleman neler döndüğünü anlamak için eve girecek, karşılaştığı garip olaylardan sonra koşa koşa kaçacak, esas hikâyeyi bir başkasından dinleyecek. Doğaüstünü kaos olarak nitelersek henüz anlaşılmamış bir düzenin varlığı da kendiliğinden ortaya çıkar, bu öykü biraz bu kaos-düzen üzerine kurulu, sonuçta her şey mantıklı bir açıklamaya dayanabiliyor. Dayanmayabilir de, ya olaylar anlatıldığı gibi değilse? Karakterler bilemiyor, okur bilemiyor, gizem olduğu gibi duruyor.
Hoffmann’ın metinlerini İş Bankası bastı, Can bastı, birkaç yayınevi daha bastı galiba, bu metin yazarın diğer kitaplarını okumadan önce okunursa iyi bir başlangıç olur. Hoffmann’ın edebiyat anlayışının temel taşı bu iki öykü. Fantastikten, korkudan, gerilimden hoşlanan Hoffmann’ın ellerinden öper, Lovecraft da bayağı bir övmüş kendisini. Hoş.
Cevap yaz