Kurmacada zaman konusunda ders gibi öyküler. “Andaç” iki fincan kahvenin parasının ödenmesiyle başlar, zamanın ölçeği küçüktür, Murat’la “kadının” kafeden istasyona yürümelerinin kısalığıyla biraz daha büyür, ortalardaki vagonlardan birinde karar kıldığı ve vagona binene dikkat kesildiği sırada yine bir küçülme, zamanın genişliği/darlığı karakterin algıladıklarıyla, dikkat kesildikleriyle değişir. Kompartımanda uzayıp kısalan zamanı uyku süreleri, diyaloglar ve karakterlerin uğraştıkları işler, örneğin kitap okumak belirler. Zaman meselesi böyleyken anlatımdaki müphemlik dikkat çeker bu kez, Murat’la aynı kompartımanda seyahat eden kadının çözdüğü bulmacadaki beş kutucuğu doldurmak için yardım istemesiyle başlayan muhabbet bir süre sonra belli belirsiz imalarla, karakterler arasındaki çekimin yön verdiği sözlerle dolmaya başlar. Yüzük parmağında silinmeye yüz tutmuş bir iz, sihirli ve tatlı gülüşler Murat’ın harekete geçmesine yeterlidir ama bir şey durdurur onu belli ki, kadın yanlarından geçen trene bakarak çok yakın olduklarını ama birbirlerine değmediklerini söyler, Murat “trenleri kastederek” değseler öleceklerini söyler, kadın Murat’a evli olup olmadığını sorduğunda Murat kadına kafeteryadan bir şey isteyip istemediğini sorar, kadın Murat’a her şeyi berbat ettiğini sezdirir, ucu açık diyaloglar. Kadın uykuya daldığında Murat küçük yüzü izler, ellerinin arasına almak çok kolay ama aklına eşi gelir, öykünün başında birlikte kahve içtikleri kadının eşi olduğunu anlarız, Murat’ın kadın uyandığı zaman ne yapacağını merak etmesiyle de noktayı koyarız. Kurtuluş’un insanları arasında küçük gerilimler vardır böyle, diğer öykülerde de göreceğimiz gibi bu gerilimler öyküleri başından sonuna doldurur, gizemleri çözülür veya çözülmez, belki ikisi birden: Camdaki yansımaya bakan adam kompartımanı trenin dışına doğru uzayan başka bir ihtimal olarak görür. “Sehpada duran şu kitap, sonra aynısından, bu odadan bir tane daha, bir kadın, iki kadın, dışarda, camda, baktığı yerde. Ortada boşluk, sonra bir adam, seyrediyor. Kadın uyuyor. Ona ihtiyacı var. İyi bir uykuya kimin ihtiyacı olmaz. Ara sıra gölgeler geçiyor, resim dalgalanıyor, yine de hep orada. Bakmasa, hiçbiri olmayacak.” (s. 19) İhtiyacın geçişliliği bir yana, adamın manzaradan gözlerini alamaması tercih zamanının yaklaştığını, tansiyonun yükseldiğini de gösteriyor. Çıkmazlar, kararsızlıklar, kalp kırıkları, öykülerin mevzusu bunlar. “Kasırga ve Yabanmersinleri” bu kez üçlü bir gerilimi içerir, Irene Kasırgası tam zamanında, Kuzey’in Sally’yi yemeğe çağırdığı geceye denk gelmiştir, Long Island kasırgayı beklerken eve hapsolmuş iki karaktere odaklanırız. Yine araya dereye sıkıştırılmış önemli detaylar var, örneğin Kuzey iki üç gün mahsur kalırlarsa diye Çin yemeği söylemiştir kutu kutu, Sally üç günlük hapislik fikrini duyunca yüzünü buruşturur. Şu bir de, Sally’nin yağmurdan başka yeni bir haber olmadığını söylemesinden hemen sonra: “Kimse tam ne olacağını bilemez. Sürekli, olasılıklar ve önlemler.” (s. 22) Bu iki cümleyi öykülerin tamamına epigraf yapabiliriz. Ömer çıkagelir yağmurun içinden, Kuzey gibi o da bulundukları evin sahibi Tayfun’un arkadaşıdır, fırtınaya yakalanınca sığınmak ister ama Tayfun’un evde olmadığını söyleyen Kuzey’in adamı eve almaya niyeti yoktur pek. Gönülsüzce içeri davet eder, Ömer’in yanında Sally’nin pek sevdiği yabanmersinlerinden vardır, cızt bızt böyle ortaya çıkar. Sabaha fırtınadan eser kalmaz, Ömer ve Sally birlikte çıkarlarken Sally Kuzey’i de davet eder ama bir şeyler yitmiştir, Kuzey gitmez. Gecenin öncesinde Sally’yle ömür boyu birlikte olmak istediğini biliriz, sabaha hayal kırıklığının etkilerini bilmeyiz çünkü lüzum yoktur buna, dönüşümün izlerini sürmek yeterlidir.
“Soğuğu Soğuğuna” birinci tekil şahsın ağzından anlatılır, huzursuzlukla başlar. “Buz tepeciklerinin arasından boy veren taze nane yaprakları şimdi ölü yosunlar gibi bardağın içinde salınıyor. Taşkın’ı dinlerken gözü dipte pelteleşmiş limon parçacıklarıyla renk değiştiren bu şeye takılmıştı ki, o sustu. Bir içkisi olduğunu hatırladı. Belki de bu unutkanlığı davetlilerin arasında dolaştırılan şampanya tepsisine ikinci kez yakalanması yüzündendi.” (s. 33) Burada çok şey var, başta nane yaprakları. Ölü yosunlara benzemeleri bir yana, Taşkın’ın konuşmasını beyaz gürültüye dönüştürerek anlatıcının o andan kurtulmasını sağlıyor. Azar yerken halı desenlerini ezberlemek gibi bir şey, Taşkın bu durumu fark ettiği için susuyor belki, içkisine odaklanıyor, sonra şampanya tepsisiyle alakalı bir durum olabileceğini söylüyor anlatıcı. Bu, amiyane tabirle “çok ince görmek”tir, mekânı küçülte küçülte bir bardağın dibine indirgemektir, ne bileyim, iki insan arasındaki ilişkinin niteliğini aktarmak için sağlam tekniktir. Geçeyim, toplantının detayları yavaş yavaş belirir, diyaloglar dünyayı kurar, gerginlikler ayyuka çıkar, ıstakozun murdar edilmesi üzerinden birbirinden hoşlanmayanlar anlaşılır ve öykü biter. Hesaplı kitaplı davranışlar, mesafenin korunması ve iletişime dair pek çok şeyin kodları var bu öyküde, diyalog yazmakla ilgili problemi olanlar bu öykülerle aydınlanırlar, Kurtuluş iyi bir diyalog yazarı. Kurgu iyi, diyalog iyi, “Karambol”deki iki kardeşin aralarındaki ezeli gerginlikte de görülebilir. Babalarını yeni gömmüşler, bilardo oynuyorlar. Birinin hali vakti yerinde, diğeri yeni bir yaşam kurmaya çalışıyor, biri babasının kopyası olma yolunda ilerlerken diğeri kardeşinde babasını görmek istemiyor artık, “baba” bile diyemiyor, öylesi bir öfke, yılgınlık. Duyguların tırmanışıyla birlikte nesnelere odaklanma olayı bu öyküde de var, oradan da çağrışımlarla nereye artık, öykünün sonuna. “Alev Ağaçları” üç kadının arasındaki sınıf farkını ortaya koyan, mülk sahibiyle kiracı ve yardımcı kadın arasındaki ilişkileri gösteren ama o kadar da göstermeyen, zamanda küçük geliş gidişler olsa da tek ve diğer öykülere göre zamanca biraz daha geniş bir öykü, bahçeye ağaç dikilmesi konusunda ev sahibi Karolina’nın olurunu alamayan Kumru’nun memnuniyetsizliği, Huriye’nin patavatsızlığa yanlayan konuşmaları, ağaçlar. Eski bir ayna asılmış da içinde alev ağaçları varmış, öykünün adı önemsiz görünüp öykünün şirazesini belirleyen nesneden geliyor. Karolina evini incelerken gözü aynaya takılıyor bir noktada, kendini görüp görmediğini bilmiyoruz ama gördüğünü varsayıp ağaç dikmeye karşı çıktığını düşünesim var, gücünü kendi gözlerinden okuduysa eğer. “Bir Dolu Elbise”nin olayı daha belli, Demir ve Suna’nın aslında çoktan bitmiş ama ittire kaktıra sürdürdükleri ilişkileri. Sabah vakti, Demir telefonda işini gücünü halletmeye çalışıyor, Suna kahvaltı hazırlıyor ve eşiyle konuşmaya çalışıyor ama Demir başka bir yerde, bu dünyada değil, hele Suna’nın yanında hiç değil. Eşinin lafını kabaca bölüyor, bir süre sonra dinlemeye hazır ama çok geç artık. Akşama davet edildikleri yere gidecekler, Demir işe gittikten sonra Suna elbise dolabına bakıp kıyafetlerini gözden geçiriyor. Beğendiğinin içine giremez artık, bir sigara yakıp ağlamaya başlıyor. Kurtuluş öyle bir kapan kurmuş ki yılların durgunluğu basbayağı ortada, Suna eşinin gözünde donuk bir zamanda yaşamıyor da var oluyor sadece, işlerini kolaylaştırıyor, işlevi sadece bu.
“Korkarım”la bitireceğim, en beğendiğim öykü. Rusça öğrenen babasındaki değişimi gören anlatıcının evliliğe ve aşka dair ikilemlerini babasıyla anlama isteği. Rusça öğretmenine âşıktır baba, kadınla gülüştükten sonra aynı ortamdaki oğlundan gözlerini kaçırarak belli eder her şeyi. Bir gün eve dönüş yolunda aşka dair muhabbet, evde bekleyen anneye zencefilli kurabiye alınması, aşkın her yaşta çarpabileceği, böyle şeyler. Bazı kilit bilgiler öykünün sonlarına doğru ortaya çıkınca öykünün geride kalmış kısımlarını da aydınlatıyor, anne mevzusu böyle kullanılmış bu öyküde, hoş.
Bir bu kadar öykü daha var, hepsi başarılı. Rahatsızlık duyurursa duyuracak tek bir şey var, öyküler buram buram Carver kokuyor. Kurtuluş’un ikinci kitabına da baktıktan sonra üçüncüyü okuyup okumayacağıma karar veririm muhtemelen ama bu öyküleri okuduğuma memnunum, şöyle dolu dolu bir muhabbette katılmış gibi hissettim, ne diyeyim. Tavsiye ederim, okunmalı.
Cevap yaz