Solmaz Kâmuran derlemiş, önsözünü yazmış. Bir Levrek İskeleti‘ni de yazmıştı, iyi anlatıydı. Kitaptan kitap çıkarmış Kâmuran, Şeytanın Gör Dediği için binlerce yazıdan yüz tanesini seçmeye çalışırken pek çok küçük yazı, mektup ve notla birlikte Altan’ın yedi küçük öyküsü de gündeme gelmiş tekrar. Altan’a göre yedi sinopsis, televizyon için düşünülmüş bir ön çalışma. Vefa borcu gibiymiş Kâmuran’a göre, Altan yedi sanatçının yaşamlarını kısaca anlatmış da nasıl, araya röportajlardan bölümler eklemiş, anılardan parçalar almış, mektuplara yer verip vermediğini bilmiyorum ama o da vardır, kısaca farklı türlerin tokuşmasından yedi metin çıkmış ortaya. Öykü diyemem, anlatı diyeceğim, yedi anlatı. Kâmuran’a göre yalnızlık, mutsuzluk ve endişeyle birlikte şöhret, alkış, övgü, inişler ve çıkışlar bu yaşamların temelinde yer alıyor. Ödenen bedeller inanılmaz boyuttaymış, öylesine kabul edilebilir değil. Elvan yazarların yaşamlarının sıkıcılığına dair bir şeyler söylemişti, ben bunu genişletip okurluğu da katarak, hatta daha da ötesine uzanarak tutkuyla dolu yaşamların muğlak sıkıcılığını düşünürüm. Muğlak çünkü bir yaşamın sıkıcı olmasının ne demek olduğunu bilmiyorum ama biliyorum, dışarıdan bir gözün gördüğü şey günlük rutinlerden oluşmuş bir sıradanlıktır. Sıradanlığın ne demek olduğunu bilmiyorum ama, işte, okuruz, yazarız, üretiriz, dinleriz, insanla muhataplığımız mühimdir de geniş zamanlara yayılmaz. Herhalde. Bunları yaşama istiflemek israf mı? Çöp ev gibi çöp yaşam, dışarıdan. İçeri giren ömrünce kalır. Razıyım, dışarıda pek bir şey yok. Buna dair hikâyeleri öğrendikçe yolun doğruluğundan emin oluyorum da yiten bir şey var, nedir, ona üzülüyorum. “Ama yine de koca bir ömrü ‘var olma’nın muskasını ararken geçirmenin, anlayanlarca bilinen bir tadı vardır.” (s. 13) Altan’a göre edebiyatı yaşayan, yaşatan ve öyle yaşlananlar bin bir değişik hayatla yaşayıp yaşlanırlar, onun dışındakilerse “miniskül” bir hayat içinde sadece kendileri kadar. Yani Çetin Altan izin vermiş de Kâmuran toparlamış yazıları, bunlar. İlki Ahmet Haşim için. Ruşen Eşref’e semaverinin başında verdiği bir mülakat vardır, tadından yenmez, o da başka. Sanatta yaşlıdır, gençtir, böyle şeylerin olmadığını söyler, tutkudur önemli olan, iki tutkulu insanın yaşları aynıdır. Haşim pek yaşlanmamıştır açıkçası, ölüm ayrı. Hiçbir kadın onu sevmemiştir, arkadaşlarının en çapsızları, en yeteneksizleri bile ondan üstün yaşamıştır, Haşim küskündür biraz. Şen, bıçkın, haşarı çocukların alay ettiği sessiz, ürkek, kötü giyimli bir çocuktur Galatasaray Lisesi’nde, Türkçe’yi tam konuşamadığı için dalgalıktır. Arap Haşim. Edebiyat öğretmeni Ahmet Hikmet’in yeteneğini keşfetmesiyle Araplıktan şairliğe terfi etmiştir. Daha iyi bir iş bulmak için güçlü dostlardan ve hoş bir kızla evlenmek için yakın arkadaşlardan yardım beklemesi de dokunmuştur sonra, Degüstasyon’da arkadaşıyla dertleşirken rejide kıytırık bir memur olduğundan yakınır, İzzet Melih bile tepesine müdür olmuştur, bari Maarif’te bir hocalık falan verselerdir. Hırçınlığı artar, geçimsizdir, aksidir, öfkelidir. Devletin adam yerine koymadığı bir şairdir fikrince. Altan kısa paragraflarla anlatır Haşim’i, Hababam Sınıfı‘nın giriş bölümünde edebiyat hocasının Haşim’i anmasına da değinir arada, sonra yine şairin şiirle iç içe geçmiş yaşamına döner ve bir kadınla yakınlaşmasını anlatır. Bir arkadaşıyla vapura biner Haşim, çok güzel bir kadından etkilenir, arkadaşıyla kadının tanış çıkmasından umutlanır ve yardım ister. Kalamış’ta yan yana yürürler, Haşim “O Belde”deki “taze kadın”ı bulmuştur. Hemen kaybeder ama, hiç gecikmez, Park Otel’in pastanesinde buluştukları zaman şiirin yüceliğini nefes almadan anlatır, genç kadının saatine sık sık baktığını fark etmez. Bitmiştir. Yedek subaylığını Çanakkale Savaşı’na katılarak yaptığı halde daha sonra savaş alanlarını görmeye davet edilen şairler arasında değildir, unutulmuştur. Yakup Kadri’nin, Abdülhak Şinasi’nin övgülerini almıştır diğer yanda, Yakup Kadri’nin dediğidir: “‘Ey Türk şairi, senin taş attığın yer ise, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur…’” (s. 23) Tuhaf bir ölüm: Güzin Hanım ömrünün son yılında bakıcısıyken eşi olur, sıkı bir rejime giren Haşim’e zeytinyağlı patlıcan dolması pişirir bir gün. Yasaklı yemekler arasında patlıcan dolması yoktur, o zaman hazmı zor ve Haşim için deli zararlı bu yemeği koca bir tencere kadarlık yapmakta bir beis de yoktur. Haşim’in son yemeğidir bu, mezarı başında Güzin Hanım ağlarken iyi ki o patlıcan dolmasını pişirdiğini söyler. Kırk dokuz yaşını görür en son Haşim, bir garip şairdir, Göl Saatleri‘ndeki şiirleri ne şiirlerdir!
Hüseyin Rahmi Gürpınar. “‘Annem yirmi iki yaşında veremden ölünce ben üç yaşında öksüz kaldım… Üç yaşında öksüz kaldım… Üç yaşında öksüz kaldım…'” (s. 29) Ehramlar önünde bir devenin üzerindedir Hüseyin Rahmi, ufacık tefeciktir, ömründeki en yüksek mertebeye eriştiğini söyler, kahkaha atar. Ömürlük uğraşı da en az o kadar yüksek bir mertebeye ulaşmasını sağlar, aslında çok bilinen bir hikâye ama tekrar anlatmalı, on iki yaşında yazdığı ilk romanı ve rüştiyedeyken yazdığı ilk piyesi Aksaray yangınında kül olduktan sonra Şık‘ı yazmaya başlar, bitirmeden ilk kısmını etrafındakilerin tavsiyesiyle Ahmet Midhat’a gönderir. Bir iki gün sonra gazetede bir yazı, Ahmet Midhat o romanın yazarını gazeteye davet ediyor. Hüseyin Rahmi çok gençtir o sıra, hayran olduğu yazarın yanına elleri titreyerek gider, bir süre sonra gözlerinden yaşlar dökülecektir çünkü karşısında tıfıl birini bulan Ahmet Midhat o metni yazanın başkası olduğunu düşünmüştür. Gözyaşlarını görünce Hüseyin Rahmi’nin samimiyetinden emin olur, metnin kalanını görünce yeteneğinden de emin olur, gencin elinden tutar. Başka bir hikâye, 1899’da iki arkadaşıyla Ştaynburg Birahanesi’nde rakı içen Hüseyin Rahmi o sıralar Muadele-i Sevda romanıyla parlamıştır. Eşinin sadakatsizliğini bilmesine rağmen bir türlü boşanamayan âşık kocanın ne yapacağını merak etmektedir okurlar, tefrikanın sonu pek çok insanı etkileyecektir, özellikle orada içen bir okuru. Pencerenin dibinde tek başına içen bir adamı gösterir arkadaşlarından biri, Hüseyin Rahmi romanı nasıl bitirirse adam da öyle bitecektir çünkü romandaki karakterle aynı durumdadır. Hüseyin Rahmi vaziyetin kritik olduğundan emin olunca karakterinin eşini öldürmesinden vazgeçer, boşanmayla bitirir romanı. Sonradan öğrenmiştir ki o adam da eşinden boşanmakla yetinmiştir. Ne tuhaf, Stranger Than Fiction gibi ama esas adam gerçek, roman kahramanı değil. Neyse, Hüseyin Rahmi o güzel köşkünü 1912’de yazı parasıyla aldığını söyler, yayımcısı Hilmi Bey kırk yıl boyunca çok dürüst davrandığı için eserlerinden iyi kazanmıştır. Rüya gibi, bugün böyle bir şey mümkün değil. Neden hiç evlenmemiştir Hüseyin Rahmi, bir kere çok titiz ve sinirlidir, çalışırken etrafında hiçbir ses olmamalıdır. Gençliğinde ciğerleri rahatsızdır, ağzından kan gelmiştir, biraz da o yüzden evlenmeyip bekârlığa alışmıştır. “Allah saklasın, evlenmiş olsam yetmiş kitap değil, yedi kitap bile yazamazdım.” (s. 36) Yazdırmayacakları da tutmuştur, 1911’de fesli, öfkeli bir kalabalık Şıpsevdi‘nin basıldığı Mihran Matbaası’nı basarlar, camları indirirler aşağı. Hürriyet de meşrutiyet de ahlaksızlık için değildir, romanın yayımlanması hemen durdurulmalıdır. Eh, Hüseyin Rahmi Meşrutiyet mahkemesine de, Cumhuriyet mahkemesine de çıkmıştır, aklandıktan sonra yazmaya devam etmiştir. Bakışını ödünç alacağız bir sonraki geçişte, Halley bu taraflara yaklaşıyor.
Beş sanatçı daha var, okunası.
Cevap yaz