Çaydan höpürtü, mezarlıktan huhurtu, İstanbul’un sesleri yığılırken çayını içiyor Altan, yaşadığı evleri, geçtiği sokakları düşünüyor. Ara Güler gelince bir çay daha içiyor, sonra kalkıp Edirnekapı’ya doğru yürümeye başlıyorlar. Şehir boydan boya yürünecek, tarihin başından sonuna yaşanacak, fotoğraflarla sözcükler kanıt. Kapının üstünde Yunanca yazılar duruyor hâlâ, Bizans’ın Penton Kapısı. “Beşinci Kapı”. Fotoğrafı var, sayfaya da geçti artık. Eskiden surların kapılarının yanında daha küçük kapılar varmış, savaş sırasında bu küçük kapılar kullanılırmış, bu yüzden Güler’le Altan’ın geçtiği kapının bir diğer adı Avarlar Kapısı. “Günlük olmaktan çok tarihsel bir heybet içinde yükselen leş kokulu bir çöp yığını surlarla aşık atarcasına öbek öbek uzayıp gidiyor ve çöpçüler el arabalarıyla bu heybete yeni heybetler ekliyorlardı.” (s. 9) Altan kendini İstanbul’a bırakamıyor tamamen, daldığı zaman bir anda çıkıp gördüğü çarpıklıkları dile getirerek büyüyü bozuyor, katı gerçeğin bozduğu güzelliği yapıştırıveriyor. Haliç’in pisliği mesela, eskiden saraylıların dolandığı sular kirden, kokudan kaçırıyormuş insanları. Kasımpaşa tarafı karşı taraftan daha temizmiş bu arada, tersanelerin etkisi biraz, işçiler dikkat ediyorlardır. Gerçi yukarılardan fabrikaların, atölyelerin zehirli atıkları geliyor aşağı, durdurulamıyor ama gelirken sağda birikiyor daha çok, Balat’ın önü durulacak gibi değil. Rastladıkları insanlarla muhabbet etmeyi seviyor bizim gezginler, surların dibinde ineklerini besleyen adamın fotoğrafını çeken Güler pek konuşmuyor zannediyorum, iş Altan’da. Kasımpaşa’nın kabadayı kahvelerine girdikleri zaman eski sosyalist dostlarına rastlayınca bitmek bilmeyen sohbetten o kadar keyif alıyor ki büyüden kurtulamıyor bir türlü, mücadele günlerinin anılarıyla doluyor. İneklerin sahibi fotoğraf çektiriyor ama süthaneye sokmuyor bizimkileri, orası yasak, içeride olup biteni görmelerini istemiyor muhtemelen. Süte bir şeyler karıştırıyordur, ineklerden başka hayvanlar da vardır, bir sürü alavere. Kemiklere rastlıyorlar dolanırken, civarda at veya eşek kesimine sıklıkla rastlanıyor, etler neye karıştırılıyorsa afiyetle yendiği için kimse gelip soruşturmuyor, kişi İstanbul’da halka ne yedirmek isterse rahatlıkla yedirebiliyor. Süthanenin yanında gübre yığınları var, çöpler zaten her yerde, sıhhat namına hemen hiçbir şey yok. “İstanbul’un pislik, mezbelelik, bakımsızlık ve fakirlik ölçeğini görmek mi istiyorsunuz, önüyle arkasıyla surları dolaşınız. Çok geri bölgeler gördüm yeryüzünde, böylesine kanserleşmiş bir sefalet keşmekeşine hiçbir yerde rastlamadım. Tutamaksız ve güvensiz bir yaşama çabasının birbirini çiğneyen her türlü çıldırışı, en yoğun bir biçimde, surların eteklerine birikmiş.” (s. 13) Çocuklar koşturuyorlar, turistlere kakaladıkları zımbırtıları okutamayacaklarını anlayınca karşılarındakilerin turist olmadığını anlıyorlar, birbirlerine “lan”ı bastıra bastıra söyleyerek duyuruyorlar bunu, iki delifişeğin etrafında gülerek dolanıp kayboluyorlar. Pislik içinde büyüyen çocuklar bunlar, Altan’ın anlattığına göre camilerin avlularında bile çöp yığınları varmış o zamanlar, çocuklar o yığınlarda hoplayıp zıplayıp oynasalar oynarlar çünkü şehrin normalidir o, başka türlüsünü bilmedikleri için sıradandır. Kahvehaneler salaş, dağınık ama temiz o mezbelenin yanında, Altan oturup muhabbet etmeyi çok sevdiğinden bulduğu kahvehaneye girip oturuyor. Takkeli, sakallı ihtiyarlar geçiyor önünden, at arabalarının ardından bir Mercedes ağır ağır ilerliyor, mahallenin çeşmesinden eşekli bir saka ve kadınlar su dolduruyorlar, hemen yanda başka kadınlar çamaşır yıkayıp muhabbet ediyorlar. Çeşmenin musluklarından biri kopuk, duvarda kocaman “Hayır” yazıyor, anayasa referandumundan kalma. Adamın teki lastikten şeritler kesip satıyor, biri akıl vermiş de Anadolu’dan gelir gelmez tutmuş işini. Çocuğun teki atına sopa atmaya başlayınca Altan o kadar vurmamasını söylüyor ama genç estağ çekip işine karışmamalarını söylüyor. Bu sahnenin benzerini bugün gördüm, Arda sağ olsun. Dayısı haberlere çıkmıştı birkaç ay önce, meşhur bir çetenin lideriyken öldürüldü, Arda o günden sonra iyice kopardı ipini. Geçen yıl sinirlerimi bozdu, kendimi tutamayıp bağırdım, sonra başımdan savdım da bir ay korkuyla çıktım okuldan bıçağı takacaklar kuytuda diye. Neyse, sınıfta kaldı, akşam çıkıyor okuldan. Daha ikinci hafta, yine mevzu çıkardı, kapının önü kalabalıklaşınca aşağı indik. Arkadaşım gençleri dağıtmaya çalışırken Kasımpaşa’dan yardıma çağrılan birine “oğlum” dedi, anında tepki gördü. Sakin sakin konuşmaya çalıştı sonra, çocuğun gözlerinde kararsızlığı gördüm, ne yapacağını bilemiyordu da sadece karşı çıkıyordu sözcüğe, yakınlığa, arkadaşımdan yana ne varsa. Az uzaklaşmasını söyledim kibarca, gitti. Arda okulun girişinde oturuyordu, gitmeye niyeti yoktu. Bacağının ağrıdığını söyledi, müdürü sallamadı, arkadaşımı sallamadı. Şöyle manalı manalı tebessüm ederek gittim, “Ayak yapma b’olm, git hadi yavaştan,” dedim, gülüp kalktı. Onu taklit ettim, “Ulan kime tekme atsam da bacağımın ağrısı dinse,” dedim, yine güldü, “He ya,” dedi, sonra tek başına indi yokuştan aşağı. Bazen çok çaresiz hissediyorum, bu çocukla ne yapacağız, çocuklarla ne yapacağız, insanlarla ne yapacağız, çöplerle ne yapacağız, yoklukla ne yapacağız bilemiyorum, Bostancı’da inip sahilden eve yürüyorum. Evet, aşırı dandik hikâyem burada bitiyor, Altan’dan devam: Ayvansaray’a doğru seyir, Eğrikapı. Sağında kahve, yine sohbet. Eskiden kimse kimsenin karısına kızına laf atmazken şimdi küçücük çocuklar neler yapıyorlarmış derken imamın teki geliyor, bizimkilerin gazeteci olduklarını öğrenince caminin bahçesindeki duvarları gösteriyor. Onları gazeteciler sayesinde yaptırmış, adını vermeden haber salıyormuş gazetecilere, onlar bir yazdı mı her şey hemen oluyormuş, çok çekiniyorlarmış gazetecilerden. Hırsızlar çekinmiyorlar, caminin kurşunlarını çalıveriyorlar, bıkmış imam. Ağaçlar şehir kadar eski değilse de eski, duvarlar yosunlu, nemli, çürüyecek. Cami kötü durumda, diğer her şey gibi. “Bizans’tan sonra gelen dar sokaklı ahşap Osmanlı ürbanizmi, Cumhuriyet’ten sonra tam bir keşmekeşe dönüşmüştü. Çirkinin ve plansızlığın yüz buruşturan faciası açılıyordu karşımızda. Bir türlü endüstri aşamasını başaramamış geri bir ülkenin, can havliyle başını sokacak bir yerle bir dilim ekmek arıyan insanlarının, cehennemî kargaşası kaplıyordu her yeri…” (s. 23) Surların tepesine dibine yapı dikmek 16. yüzyılda yasaklanmış ama sallayan olmamış, o tarihlerde birçok büyük yangın surların dış duvarına dayalı odun depolarından çıkarak surların tepesindeki evleri tutuştura tutuştura şehre atlamış. Fuat Köprülü’nün evi var dolandıkları yerde, geniş ve bakımlı bir bahçenin ortasında. Dikkat çekmeyecek kadar geride. Amerikalı arkeologlar gelip kiralamış, kazı merkezi.
Özellikle fakir ve kuytu semtlerde halk hurafelere, dinî mambo cambolara kapılmış gidiyor, tuhaf bir mistisizm. Kolaylıkla kanıyorlar, sakallıların peşinden gidip iradelerini teslim ediyorlar, yoksulluğun yarattığı çaresizlik öfkeye dönüşmeyip sömürüldüğü zaman. Ya da dönüşüyor ama öfkenin hedefi sapmış, yanlış yere gidiyor beddualar, çocuklarla kurslarda toplu beddua şov. Ölü yıkamayı, dinin şartlarını ve mevcut düzeni tenkit edenlere diş bilemeyi öğreniyor çocuklar o kurslarda, nurlu bir aydınlığa kavuştukları telkin ediliyor. Camilerin girişlerinde tenasül organlarıyla ilgili bombastik bilgilerin yer aldığı kitapçıklar satılıyor, mesela kadına öyle değil de böyle yaklaşmalı, seksten sonra şöyle etmeli, öpüşme sırasında bilmem ne, dinî tavsiyelerin içeriği gereği cami civarında satılmaması gerektiğini söylüyor Altan da Müslümanca seks yapmalı insanlar, haliyle mekânın önemi yok, kitapçığı nereden elde edebiliyorlarsa. Şehir dolana dolana bitmiyor, ben iki çavuşu orada bırakıp, klasik, alıntıyla bitiriyorum: “Ankara’daki siyasetçilerin kalkınan Türkiye nutukları Merkezefendi’nin karşısında, surların iç tarafındaki gecekondulardan sade komik değil, acı da değil, surların öteki yüzüne dökülmüş pisliklerden de daha iğrenç görünüyordu. Hiç değilse o pislikler bu insanların nafakasını sağlıyordu, ya o nutuklar neyi sağlıyordu…” (s. 31)
Cevap yaz