Bektaş’ın kamusal alanlardan girip iş bilmeyen bürokratlardan çıktığı denemeleri tadından yenmiyor, hani teorik altyapıyı Lefebvre verdikten sonra pratiği Bektaş’tan alsak mevzu tamamlanır mı, önemli bir kısmı tamamlanır, yapısal değişimleri gösteren metinler arasından Tarih Boyunca Kent‘i önerip Bektaş’ın denemelerinden devam ederim çünkü hem bahsettiğim mevzu, hem Bektaş’ın üslubu dört dörtlük. Sermayenin olur olmaz yerlerde pörtlemesine çıkışıyor Bektaş, gerçi olurluk olmazlık dinlemeyen sermaye her koşulda tepelenmeli, konu kent, insanın işgal altında olması. Mesela Pegasus koskoca metro durağına sponsor mu oldu ne yaptı, adını durağın adına ekleyiverdi, yarın bizim sokağa da Öz Torçik Elektrik dadansa, güzelim sokağın adına çöreklendiği gibi üç beş de tabela atsa etrafa ne olacak, eylem yapacağız ve polis Torçik’in selamını getirerek ters kelepçeyle götürecek bizi, yerde yatarken kameralara gülümseyeceğiz. Bizim burada Karayolları Sitesi için eylem yapıldı, sonra diktiler kuleleri, park yapılacağı falan söylenmişti peşkeş çekilmeden önce. Şehir kimin yani, halkın mı, şirketlerin mi, devletin mi, Bektaş soruyor. Yayaları hiç sevmeyen, çocuklara ve yaşlılara düşman sokaklar kimin, ağaçsız, çiçeksiz, ortamlar kimin, tabelalara boğulmuş caddeler, her yere dikiliveren köprüler kimin eseri? “Adam dört yıl yarım yamalak okuyunca, sizin yerinize, doğup büyüdüğünüz yarı ömrünüzü geçirdiğiniz sokağınız üzerine ‘karar’ verme yetkisine mi kavuşuyor?” (s. 6) Sinan dikmiş hamamı mesela, şehrin en güzel yapılarından biri, övünç sebebi, içine kat kat demirli beton yapıyı oturtup soğuk hava deposuna kim çeviriyor hamamı? Vakıflarsa ne maksatla, vakıflar üzerinden dönen dalaverenin haddi hesabı yokken kimden hesap sorulacak, hesap sorulacak mı? İngiltere’de adamın teki kendini elektrik direğine bağlayıp sokağına o çirkin direklerin konmasını protesto etmiş, bireysel tepkinin örgütlü tepkiye dönüşmesiyle yayılacak bir direnç lazım. Şöyle bir bakınca yolların, kaldırımların yaşlılar, çocuklar, gençler için olmadığını görüyoruz, Bektaş’a göre sağlam, çalışan, kendinin dışındakileri, geçmişi, geleceği düşünmeyen orta yaşlılar için düzenlenen kentin sahibi belli, gücü elinde tutan orta yaş, üst sınıf hedef alınmalı. “Sanki tarihte Boğaziçi bugün halk dediğimiz kitlenin elinde bir kezcik olabilmiş gibi… Halk doğru dürüst göremezdi bile Boğaziçi’ni bir bakıma… O yemyeşil tepeler, yamaçlar daha çok özel korular değil miydi? Yanlış mı biliyorum?” (s. 12) Beşiktaş İskelesi’ne caddeden gelen dar sokaktan gidemiyorduk, otelin teki sokağı kapatmıştı basbayağı. Galataport kıyıyı kapatmış durumda, daha da gider saymaya kalkınca, kıyılar halkın değil. Osmanlı zamanında da öyle, Sedad Hakkı Eldem’in anılarından faydalanan Bektaş yakın tarihin çarpık kentleşmesini incelerken tarihe bakarak kıyımın vezir vüzera, vekil vükela dönemlerinden itibaren uçmaya başladığını gösteriyor. “Oysa İstanbul’un bunca insanı ‘kentli’ yapabilmek için yalnız ortak kültür alanları düşünüldüğünde bile, Boğaz ve Haliç’in her santimetrekaresine gereksinmesi vardır. Kapital; Şişli, Mecidiyeköy, Zincirlikuyu, Levent, Maslak derken Boğaz’ı arkadan kuşatmanın yolunu bulmuştur. Bir yandan da her türlü koruya el atılmıştır. Bırakılsa, Boğaziçi, Hong Kong kıyılarına dönecektir. Sonra gelsin köprüler: 3… 4… 5…” (s. 21) Kıyılara yollar yapılmış, deniz manzaralı seyahatler süper pazarlanmıştır, böylece yolla kıyı arasındaki alan hemen rant kaynağı haline gelip halkın elinden alınabilir. Bedreddin Dalan zamanında Haliç ve Boğaz kıyılarında yapılaşma hızlanınca yalapşap çizimlerle binaların dikildiğini söylüyor Bektaş, alanların başına gelecekler masalarda birkaç saat içinde belirleniyor, bitti gitti. Diğer yanda kültürel mirasın akıbeti var, Bektaş endişeli, birtakım kurumlar, şuralar, bilmem neler toplanıyor da fikir beyan ediyorlar, bazı yapıların gavurluğu ve bazılarının yerliliği öne çıkarılıyor. Gerilerden geliyor yazar, Mamasın’a gidip Hıristiyanlarla Müslümanların ortak kullandığı yapıda incelemelerde bulunduğunu anlatıyor önce, ilk grup ibadetini bitirince ikinci grup gelir, tasvirleri örter, doksan derece öte yana dönüp namaz kılarmış. Antalya’da bir müze, taş kabartma Cebrail’i betimliyor, “GABRIELI”, Bizans işi. Meleğin elindeki madalyona “ALLAH” yazılmış Arap harfleriyle, ne o eser kırılmış ne bir şey. Sonradan gelen, gücü sonradan eline geçiren yakıp yıkmamış da benimsemiş farklı kültürleri, kendininkiyle tokuşturup zenginleştirmiş. Selimiye’nin kuzeydoğu köşesinde bir nişin içinde eski çağ kolonu. Sinan geçmiş kültüre sahip mi çıkıyor, o kültürün bir dalı olduğunu mu göstermeye çalışıyor, sonuçta harmanda kültürler ne eserlere dönüşüyor. Bektaş’ın korkusu öz değerlerimize gavur damgası vurulması: “1982’deki ‘Milli Kültür Şurası’na, ‘Bin Yıllık Anadolu Medeniyetimiz…’ diye bildiri vererek ondan öncesini kendi uygarlığından saymayan bir yüksek öğrenim kurumumuzun profesörlerinden oluşan bildiri kurulu mu daha kültürlü, yoksa Sinan mı?” (s. 26) Tartışmalara katılmış Bektaş, politik çıkarlar gereği hareket eden akademisyenlere, bürokratlara lafını esirgememiş, danışmanlık verdiği de olmuş ama sonuçta ideolojik rüzgârlar belirlemiş politikayı, yazık olmuş. Belki bu yüzden sadece Kuzguncuk’la sınırlamıştır mücadelesini ömrünün son yıllarında, kendi mahallesini güzelleştirebilirse, kurtarabilirse, herkes kendi mahallesini kurtarsa. Hayır, Osmanlı’nın son zamanında bile, Dolmabahçe Sarayı’na bakarsak Batı ölçüleri fıytlamıştır da kocaman bir Osmanlı evi değil midir aslında Dolmabahçe, eskinin mimarları Batılı eğitim aldıktan sonra yaşam biçimlerine uygun binalar yapmayı sürdürmüşlerse, bu bizim anlayışımızda varsa rahat bırakmalı eskinin kıymetlerini. “Likya bölgesinde yıllardır dolanıp duruyorum. Her gezide biraz daha şaşırarak. Bundan ikibuçuk bin yıl öncesinden Likya gömütlerinin ayrıntılarının, bugünkü çağdaş zahire ambarlarında milimi milimine, tıpkı tıpkısına sürdüğünü saptamanın, bir tek yapıda Roma’yı, Bizans’ı, Selçuk’u, Osmanlı’yı bir arada, el el üstünde bulmanın, kişiyi nice duygulara vardırdığını, bu ülkede benim gibi birçok insanın biliyor olması gerek.” (s. 37) İlkel, temel ihtiyaçların karşılanması için doğanın yoğurmasıyla oluşan bir mimari anlayışın üzerine sayısız medeniyet gelip kendi birikimini serpmiş, sonrası her çeşit yapı. Ege’de ta Antik Yunan zamanından beri kullanılan kuyuların olduğunu duyunca şaşırmıştım, suyla ilgili bir kitabında yine Bektaş anlatıyordu galiba, köylü kadınlar birkaç kuyudan su çekerek atalarıyla benzer yaşamları sürdürüyorlar. Bu süreklilikte bir nevi rahatlığın etkisi var, yani suya ulaşmak tabii zorunluluk ama çağlara dayanacak yapıların istisnalar haricinde doğal, koşturmasız şekilde inşa edilmeleri gerekiyor. Ne tamamen işlevsiz ne sırf işleve dönük, orta karar. Yine yakın tarihten örnekler çıkıyor karşımıza, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren özellikle Ankara’da başlayan yapılaşmanın kültürel, ekonomik altyapısı neydi, gelenler nasıl bir alan buldular, giderken ne bıraktılar, bakanlık binalarının halleri. Clemens Holzmeister’in yapıları ön planda, TBMM’yi inceleyen Bektaş tamamen işlevin öne çıkarıldığını, upuzun koridorlar boyunca sıralanmış odaların sıkıcılığını anlatıyor, en son Holzmeister’in Türkiye’yi çok sevdiğini ama muhtemelen tanımadığını söylüyor. Sonrası koyverme, Ankara’ya göç hız kazanınca salıyorlar artık, gecekondulaşma alıp başını gidiyor, nerden esmişse oraya dönük binalar, aynı mimarın binaları bile dönemden döneme farklılaşıyor, bir sabit yok. Osmanlı sütun başlıkları gelmiş sonra, o hengâmenin üzerine ecdadımızın bilmem neleri, yerli ve millî mimariyle uçuşa geçmemiz. “Çağın bilgisinde, bilincinde olmadın mı, bir şeylerden geri kaldın mı, yüzün geri döner… Bir nostaljidir başlar…” (s. 92)
Dönemin mimarlık yarışmalarında dönen oyunlar, gericilikle mücadele, Bektaş’ın uğraşı ömründen de taşıp sürecek geleceğe doğru. Akdeniz aslında bahsettiği, koca bir medeniyet, kısa ömürlü ama çok yıkıcı oluşumların mahvetmek istediği.
Cevap yaz