“Günahını Ödiyen Çocuk!..” ibretlik, gönüllere lavlar döken brilyant öykü. Genç kadın küçük karyolada uyuyan kızına bakmaktadır, çocuğu zengin kocasının hatırına doğurduğu ve partilerden, çaylardan, gezmelerden geri kaldığı için mutsuzdur. Almanya’dan “şüvester” getirtecek, sütnine tutacak durumları var, koca istememiş, çocuğun anne sütüyle, anne eliyle büyümesini dayatınca kadın ziyarete gelenlere yakınmaktan başka bir şey yapamaz olmuş. “‘Kocam, ikide bir telefon ederek kızının neşesini, meme emip emmediğini soruyor. Hem, telefonda ben cevap vereceğim. Benden başkasının cevabı makul değil…’” (s. 161) Dans yok, gezmek yok, spor yok, yaşamaktan uzak. “Ana olmak saadeti”ne rastlamayan yaşlı ziyaretçi üzülmüş, anneye acıyarak bakıyor. “‘Yavrucuğum,’ dedi; kadının en büyük zevklerinden biri de, ana olmaktır. Senin gibi güzel, tatlı, ince, akıllı bir genç kadının, yavrusundan dert yanması akıl alacak şey değil…’” (s. 162) Herhalde asrın tesiri anneye göre, yaşlıların zamanında gezecek, eğlenecek muhiti olmadığı için öyle konuşuyorlar, çocuktan başka uğraş olmayınca bütün neşe doğurmaktan ibaret kalmış. Anlaşamıyorlar, anne ağlamaya başlayan çocuğun ağzına meme değil de emzik veriyor. İkinci bölüm: bahçedeyiz, anne kitap okuyor, çocuk pırıltılar saçıyor koşup oynarken, mini mini ayakları bilmem ne bok yiyor, anne kitabını okumaya çalışıyor artık çünkü çocuk durmadan bir şeyler göstermeye çalışıyor. Çiçekler süper, kelebekler uçuşuyor, o sırada baba geliyor. Anne hemen toparlanıyor, yüreği sevgiyle dolu anne rolüne bürünerek ortalıklarda görünmeyen çocuğu kocasıyla birlikte aramaya başlıyor. Büyük havuzda bir şey yok, tren yolunda da yok, evden adamlar fırlıyor ve sağa sola koşturuyorlar. Çocuk kireç kuyusuna düşmüş ne yazık ki, mini mini ayakları görünüyor bir. Bu öykünün neresinden dehşete düşeyim, seçeyim hemen, emzikten düştüm. Meme yerine emzik. Çocuk aç. Ne biçim anne.
“Bir Zabıta Haberi” namusu için kardeşini tüfekle öldüren adamın hazin hikâyesi. Köylü kadınlar Gülsüm’ün etrafını kuşatmışlar, on yıl önce köyden şehre giden küçük kızı hatırlayıp karşılarındaki kadına benzetmeye çalışıyorlar ama mümkün değil, en başta “Gülsüm” değil artık, “Ayten”, öyle seslenmeleri lazım, ikincisi de pembe askılı kombinezonuyla odada şöyle bir dolanan kadınla Gülsüm’ün alakası var mı hiç? Jartiyer de var, aynada kendine beğeniyle bakıyor kadın, sonra köylülere dönüp karanlık odalarında daha fazla kalamayacağını, şöyle bir dolanmaya çıkacağını söylüyor. Yaşlı kadınlardan biri fırlıyor hemen, eyvah, o kılıkla dolanılır mı, üstüne bir şey giymeyecek mi Ayten? Hayır, Beyoğlu’nda, Şişli’de hep öyle gezermiş, ziyarete geldi diye manto giymeye hiç niyeti yokmuş, hem hayatını kazanan bir kadınmış, kendi kazandığını yiyormuş, neymiş öyle köy möy. Anne uyarıyor, küçük kardeş Ahmet sert bir oğlan, sokağa öyle çıktığını duyarsa ablasını fena eder. Bir süre sonra eve fırtına gibi geliyor gerçekten, çarşının birbirine karıştığını, köye “açıkbaş karı” geldiğini duyanların Ayten’i görmek için sıra olduğunu söylüyor, hani dikkat etmezse başına gelecek var. Büyük karşılaşma gerçekleşiyor son bölümde, Ayten boyanıp süslenirken Ahmet geliyor, ablasını uyarıyor, Ayten takmayarak çıkıyor dışarı. Mavzeri kapıyor Ahmet, arkadan bir sıkıyor, Ayten yere seriliyor. Gazetedeki haberin bir bölümü: “‘Gülsüm’ün kısa kollu elbiselerle köyde dolaşması Mehmed’in hoşuna gitmemiş, böyle elbise giymemesini söylemişse de dinletememiştir.’” (s. 116) “Ahmet” oldu “Mehmet”, bunu geçtik, keşke dinletebilseymiş sözünü de kardeşini tüfekle vurmasaymış. Dinletme yetisinin eksikliği köylük yerde böyle büyük problemlere yol açabiliyor, kardeş kardeşi vurabiliyor, bunun yerine söz dinlemek, kafaya kurşun yememek lazım gelmektedir, erkekler de sözlerini dinletebilmek için karından sıpayı, sırttan sopayı eksik etmeseler iyi olur.
Yanlış anlamalar nice aileyi mahvetmiş, yanlışın düzeltilmesiyle ilişkilerde bembeyaz sayfalar açılmış, mutluluk tekrar foşkurmuştur, Uçuk’un bu mevzularla ilgili çok sayıda öyküsü var. “Bayanın Sevgilisi!..” iyi örnek: ihtiyar kadın oğlunu sürekli fişteklemekte, o yokken karısının yabancı bir adamla öpüştüğünü söylemektedir. E çocuk gelecek yakında, o ne terbiyesizliktir, hem kimden o çocuk? Kadın gelir o sıra, aldığı oyuncaklardan, kundak takımlarından bahseder, gözlerinden neşeler saçılmaktadır konuşurken. Odadan koşarak çıkar kadın, anne yine oğlunu dürter, o seyahatteyken telefon çalmıştır bir gün, kadın açıp ancak sevgilisiyle konuşabileceği bir ses tonuyla konuşmuş, koşturarak dışarı çıkmıştır, e yani o kadarı da kahpeliktir! Üstelik kimin aradığını soran kaynanasına bir arkadaşının aradığını söylemiştir kadın, edepsizliğin öylesi. Adam dolar dolar dolar, en sonunda eşinden hesap sorar. Kadından mükemmel bir cevap: “‘Annenin gözleri önünde öpüştüğüm şoför, çalışmadığı, kötü meslek sahibi olduğu için, ailemin reddettiği, fakat, benim çok sevdiğim kardeşimdir…’” (s. 106) Şöyle kuruyorum, kötü meslek sahibi çocuğu iki aile de dışlamış, kadın o yüzden kaynanasına yalan söylemiştir kimin aradığıyla ilgili, yoksa arıza çıkacaktır. Herhalde, bilemiyorum. Adam sonunda karısını kollarına alır, özür diler, mutlu mesut depiklerler kaderi. “Dönüş!” spektaküler taklasıyla biraz daha öne çıkıyor, bu arada Uçuk’un eksik etmediği ünlemler yüzünden öykülere başlamadan önce şöyle iyi bir irkiliyorum, öyle başlıyorum okumaya, iyice irkilmezsem okuduğumdan yeterince feyz almayacağımı düşündüğüm için sarsılıyorum ki iliklerime kadar feyz alayım, kıyım köşem feyzden mahrum kalmasın. Nedir, taze kadın mutsuzdur, kocasından yeterli ilgiyi göremiyordur, bu yüzden ayrılık mektubunu yazıp eşyalarını toplamaya başlar. Hüzünlü bir mektup, adam yıllar yılı biriktirdikleri paraları kumarhanelerde falan yemeye başlamış, sarhoş geliyormuş eve, bu yüzden kadının sağlığı bozulmuş çünkü çok üzülüyormuş, kurtarılacak hiçbir şey kalmayınca bari canı kalsın diye gitmeye karar vermiş. Mektubu bırakıp çıkacak, rüzgâr esiyor, kâğıtlar uçuşuyor, eski günlerinden birkaç notu bulup okuyor kadın. Vazifeli oldukları yıllardan vatan millet güzellemeleri, hani en büyük devletse aileler de onun için var, her aile bir devlet, her devlet bir aile, aile olmadan devlet ne yapar, devlet olmadan insan nedir, devletle insan süperdir, böyle şeyler. “‘Bu küçük yuvanın ve yurttaki binlerce küçük yuvanın yıkılmasına sebep olacak, herhangi bir hareketi affetmiyeceğiz. Yuvalarımız vatanımızdır.’” (s. 68) Ee, adam odaya girip eşinin mektubunu okuyunca ne büyük eşeklik ettiğini anlasın, bir daha öyle şeyler yapmayacağını söylesin, kadın da “kocasını iyi tanıdığı için sözüne inanılır bir adam oluşuna güvensin” ve “yılların kederleri o kavuşma ânının sıcaklığında erisin”. Kalbin zo teline dokunmuyorsa nereye dokunuyor bilmiyorum da bu öyküler 1960’larda yazılmış. O yıllarda yazılan öyküleri biliyoruz, Uçuk bilmiyor sanırım. Güzin Abla modunda takıldığı bir dönem var, gazetelerde genç kızlara akıllar vermiş. Nice yuvayı kurtarmıştır zannediyorum. Verdiği derslere bakarsak kadınların duygusal eğitimleri konusunda hassas, iyi bir anne, eş, gelin olmaları konusunda en samimi duygularıyla kocalarına, babalarına bağlanmalarını istiyor kadınlardan, süper. Kavuşamayan gençleri anlattığı öyküler de müthiş, bu kişiler görev duygusuyla evlendikleri için aşkı meşki bir kenara atıp vatana hayırlı bir gelin veya damat olma yolunda ilerleyip vicdanlarını rahatlatıyorlar ama kalplerinin taşkın cozurtusunu dindirmek için yıllar sonra birbirlerine mektuplar gönderiyorlar, her şeyin ne kadar farklı olabileceğini itiraf ederek teselli buluyorlar. Pırıl pırıl patolojiler, Uçuk’un her öyküsünden en az bir psikolojik arıza fırlıyor.
Cevap yaz