Epigraflar cort, bilincini yitiren bir adamın aynalaşması üzerinden aynalar, labirent mevzusu var da Borges’in sözü eziyor hikâyeyi, Boratin’in düşünsel salınımlarından bir çıkmaz oluşuyor. Aslında çıkar da karakterin sabitliği tercih, kapan doğasına aykırı biçimde açılacak gibi değil. Geçmişi yitirmek -bu da tuhaf, beyin hasarının etkilediği bölgede bütün bilişsel yetilerin parçaları var herhalde, üstelik örneğin motor korteks zarar gördüğünde kas hareketlerinin benzerliği bir eylem unutulmuşken diğerini nasıl ketlemez, ilginç- nesneler üzerinden kişisel tarih, arkadaşlar aracılığıyla kolektif tarih kurmaya yarar, yeni bağlantılar -mümkünse- eskiyi geri getirebileceği gibi birikim de sağlar, beyin acayip bir içerik sağlayıcı olduğu için aldığını hemen yaşama da işler. Boratin’in mucizevi şekilde hiç bozulmayan, esnemeyen, parçalanmayan -böyle diyelim- labirenti tüm bunlardan hiç etkilenmiyor, sinapslar kuru da tutmuyor nöronları sanki. Aynı yeri eşeleyip duran Boratin’in uyanışıyla başlıyor hikâye: “Saat çalıyor. Bir yük gemisinin yorgun tayfalarını çağıran yemek ziline benziyor saatin sesi. Yük gemilerini kim anımsar ki? Ses yan daireden, belki de bir rüyadan geliyor. Yan dairede uyuyan birinin rüyasından.” (s. 9) Bu tamamen anlatıcının şovu, ne Boratin’le ne anlatıyla ilgili. Yazdığı şarkıların sözlerini görüyoruz da, Boratin’in serbest dolaylı anlatıcıya ödünç vereceği bir imgelem dünyası yok. Kendi sesini anlatıcıya verdiği var, kip değişince anlatıcı da değişiyor, iki anlatıcı arasındaki uyumdan tek sesin farklı tınlamalarını duyduğumuzu düşünebiliriz. Tekrarlar sürekli, sabah serinliğinin kollarda yine serinlik olarak belirmesi serinliğin pek bir serinlik olduğunu seriyor, serin yani ortalık. Yatak hastanedeki yatak değil, önceki gün hastanede olduğunu hatırladığına göre belleğin beyin hasarına yol açan olaydan sonra da her şeyi işlemesi mümkün. İşlememesi de mümkün, tam olarak hangi bölgenin ne şiddette zarar gördüğünü bilmediğimiz için yoruma açık. Hastanede belleğin zamanla düzeleceğini söylemişler, kırık kaburgasını tedavi ettikten sonra göndermişler eve. Adresini ve kimliğini cüzdandan çıkan kartlardan biliyorlar, başka şeyleri başka şeylerden, her şeyi açıklamasalar hikâye ilerlemezcesine açıklıyorlar, hunharca açıklıyorlar bir şeyleri. Boğaz Köprüsü’nden atlamış Boratin, bu bir cüret, başarı doktora göre, herkesin yapabileceği bir iş değil. “Kulağımı aynadaki yüze, onun ağzının olduğu yere dayıyorum. Pürüzsüz. Serin. Çağlar önce buraya sıkışmış bir dalganın uğultusunu işitiyorum. Karanlık arzular. Bir mahzenin nemli kokusu.” (s. 11) Belleğine başka bir yerden inmeye çalışıyor Boratin, afili. Telefon çalıyor, öbür taraftan gelen sesi bilememe korkusu, açmıyor. “Geçmiş ne kadar uzaksa gelecek de o kadar uzak. Yıldız yollarını tanımıyorum. Bir çığın hızla yaklaştığını seziyorum, trafik seslerine karışarak, kulelerin ve gökdelenlerin ardından evrile devrile gelen bir çığın.” (s. 12) İstiare zehirlenmesi yaşıyorum, bir şeylerin çaktırmadan başka bir şeylere benzetilmesinden yılıyorum, Boratin’in eşsiz hayallerinden koşarak uzaklaşmak istiyorum, yoksa evin sırlarını vermemesi, Boratin’e kim olduğunu söylememesi iyidir ama “kör dilenci gibi boşlukta kalan ve içine kapanan” yavesini nereye koyalım, alacalı bulacalı anlatının bu minvalde dönüp durmasından neden bıkmayalım, bıkalım.
Bek geliyor, Boratin’in müzisyen arkadaşı. Gruptakiler aramışlar, Boratin’i görmek istiyorlarmış. Adamımız müzisyen, evinde sayısız plak var, gitarları güzel, sanıyorum singer-songwriter Boratin. Eskiden neleri önemseyip önemsemediğini bilseydi nasıl bir insan olduğunu anlamasının kolaylaşacağını düşünüyor, kafalı da bir adam. Bek de aşağı kalmıyor: “Biz millet olarak, biliyorsun, insanları ya göğe çıkarır ya da yerin dibine batırırız. Öyle mi yaparız? Evet, ortası yok.” (s. 20) Teşekkürler. Boratin gerçekten iyi bir müzisyenmiş, blues gitaristi, sıralanıyor işte dinlediği blues türleri falan, nesneler Boratin’in ustalığını ortaya koyuyor. Koyuyorsa. İlk albümünü kaydetmeye başlayacaklarmış yakında, herhalde piyasaya bomba gibi düşer de hafızası fişteklensin diye düzenledikleri akşam yemeğinde gazetecilerden kaçmalarını anlamadım, bu adam daha ilk albümünü çıkarmamış ki Yavuz Çetin çıkardığı zaman bilinmiyordu, ey, gazeteciler ney? Başka bir ünlülüğü varsa bilmiyoruz, yoksa da bilmiyoruz, süper müzisyenlik paparazzileri çekmeye yetiyor mu? Yavuz Çetin’le Kurt Cobain’in adı geçiyor bu arada bir yerlerde, müthiş alakasız. Blues ve ün, bu ülke için müthiş alakasız. Kısacası bir müzisyen romanı bu da gerçeklerden kopuk, müziğe dair ögeler aşırı yüzeysel, Boratin kafayı çatlatmış da Bek’in süper, über olduklarına dair bilgilerden başka son derece sıradan, kitabî dille konuşması, karakterlerin hikâyeyi sürdürmek için yaratıldıkları bariz. Zayıflık. Boratin’in zihninden anlık yayın? Hafızasından? Yok, kurtarmıyor. Ha, yirmi sekiz yaşındalar. Hani 27’ye gönderme, kıps. Bu kadar açık, sıradan kullanımda hemen sırıtıyor çok bilinen özellikler, hani duruma uyan ne varsa dank diye metne sokulabilirmiş gibi. “Sen, diyor Boratin, benim yerimde olsan, yani geçmişini unutsan, ne yapardın? Sana güvenirdim Boratin. Yanımda olduğun sürece seni ve belleğini izlerdim. Normalde de öyle yaparız aslında. Başkalarının anımsadıklarını dinler, kendi bildiklerimizle kıyaslar, pek çok kez zihnimizde boşluklar ve yanılgılar olduğunu fark ederiz.” (s. 29) Geçenlerde bir haber okumuştum, belli bir IQ puanının altında varsayımsal düşünülemiyormuş falan, Bek’te bu yeti yok mesela. Boratin arkadaşını hatırlamadığı için duyduğu güvensizlikten yakınırken Bek güven temalı bir konuda mümkün olmayan bir davranıştan bahsediyor, metin çok ciddi olduğu için kasıtlı olduğunu söylemek uzak atış. Sonradan söyledikleri de, yani, Bernhard’ın sesiyle basitlik, evlere şenlik. Arada bir sahaf muhabbeti var, oradan derin fikirler geliyor, buradan aşırı derin fikirler, zeki bir metin değil bu. Televizyondan gelen bir Kürt meselesi var, biraz tazyikle sokuşturulduğu yerden fırlar.
Yarın arkadaşıma vereceğim bu kitabı da, vermeden bir şeyler yazayım dedim. Pilim bitti, sıkıntıdan devam edemeyeceğim. Başka bir şey anlatayım. Sıvı almam lazım sıklıkla, hayvan gibi kahve içiyorum. Henüz bir zararını görmedim, göreceğim. Sigara içiyorum, henüz bir performans gerilemesi görmedim sporda, göreceğim. Primo Levi okuyorum, kötülük çok sıradan. Kötülük bile değil, sıradanlık sırf. Eylem sıradan. Geçen hafta Fethiye’ye gittim, Kayaköy mü ne, tepelere tırmanıp taş evleri izledim. Mağaralara girdim, mezarların içinde oturdum biraz. Serindi. Sahilde yürüdüm, hiçbir şey okumadım. Denize girdim, Roma’dan kalma taşların arasında yüzdüm. Kaş’ı çok sevdim ama o ne yol, evir çevir direksiyon kırılır. Romanda anlatıcının parantez içinde söylediği kısa şeyler var durumla ilgili, en son Orhan Duru’da rastladım, daha da kimler kullanmıştır bilmem. Şarap içtik dün, Onur bir şeyler anlattı, ben bir şeyler anlattım, kuyudan nasıl çıkacağımızı bulamadık da aynı kuyuya düştüğümüzü anlamak teselli oldu. Gözlüklerimi tamir ettiriyorum, hep yamuk, saplar vida tutmuyor. Bardaklarımı özenle yıkayıp diziyorum, canım çok sıkılıyor. Bu oluştan sıkılıyorum, bir diğerini arıyorum, aklıma annem geliyor, aramıyorum. Küçücük tornavidaları yan yana dizmeyi seviyorum, rengârenk. Kapoyu mutlaka çıkarıyorum çünkü akordu bozuyor, öyle bırakmamak lazım. Şişelerin kapaklarını biriktirip komşuya veriyorum, bir şey yapıyormuş onlarla. Elbise kutularını kaldırdılar çünkü yağmalanıyordu, baş edemediler. Biten pilleri ne yapacağımı otuz saniyede bulabileceğim için ne yapacağımı araştırmıyorum. Burnum tıkanınca okyanus tuzlu fısfıs sıkıyorum, şak diye açılıyor. Okyanus tuzunu çok seviyorum. Çok utanıyorum, ara ara utanacak bir şeyler yapıyorum, çok üzülüyorum. Çok üzülüyorum, özür diliyorum.
Cevap yaz