Günel yazarlığının onuncu yılında yazdığı bu metni büyük yayınevlerinden çıkaramadı veya çıkarmadı. Başka Bir Yaz‘la Türk Dil Kurumu Ödülü’nü almıştı, başka metinleriyle başka ödüller de almıştı, bu kitabındaki öyküler de toplama bakılırsa iyi, o halde ne? İnci Aral’ın dediğine göre uzlaşmaz biriydi, edebiyatın kodamanlarını -Salâh Birsel’in deyişiyle- evetlemedi, çarpıklıkları dile getirmekten de çekinmedi. Yanlış hatırlamıyorsam bu kitabı çıkmadan önce Adalet Ağaoğlu’yla papaz olmuştu çoktan, bunu çok yazdığım için geçiyorum. Kısa süre sonra Pınar Kür’ün bir metniyle kendi yazdığı bir metin arasındaki benzerlikleri ele aldığı kitabı çıktı, sonra 1990’ların sonuna kadar Günel’in kitaplarını kodunsa bul. Çıkmıştır bir yerlerden de nerelerden, adının daha çok duyulması lazımken unutulmaya mahkum edildi ama küslüğüne boğulmadı Günel, inadına tutundu ki yazarlığın bir inat işi olduğunu söyleyen, kimdi o, iyi söylemiş, 1997 ve 2005’te Yunus Nadi Roman Ödülü’nü, 2000’de Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü, bilmem ne tarihte şu bu ödülünü alan Günel yazmaktan vazgeçmemiş, elliye yakın metni yayımlanmış. Bilinmiyor tabii, sükut suikastı kusursuz. Her kurmacası aynı kalitede olmayabilir, edebiyata yepyeni bir soluk da getirmemiştir de getirdikleri yeterdir, öyle bir yazar Günel. İrfan Yalçın’la birlikte kıymeti tam bilinmemiş en önemli iki yazarımızdan biridir diyorum ve de burayı dağıtıyorum. Günel’in bu kitabındaki öyküleri yine toplumsal hassasiyeti taşıyor, ezilenlerin pek bilinmeyen yaşamlarına açılıyor da Günel’in diğer metinlerine göre daha karakter odaklı diyebilirim, daha kişisel, psikolojik tahlilli ve metaforlu imgeli, dört bölüme ayrılmış kitaptaki her öykünün anlatıcısı olayların tam kalbinde yer alıyor ve kalbin atışlarını farklı biçimde anlatıyor. Aynılaşmayan öyküler iyidir, osu busu belli bir sesin inşa ettiği öyküleri arka arkaya dizmekten mamul kitapların iyi olduğu söylenir de çeşitlilik daha iyidir sanıyorum. Bunaltıyor öyle kitaplar, öyküler aynı tornadan çıkmış gibi. Neyse, aynı bölümdeki öykülerin anlatımını ayıramayız belki de farklı bölümlerde yer alanlarınkine bakarsak farkı görebiliriz, mesela ilk bölümdeki “Delta” öyküsü Günel’in pek yanaşmadığı görsel kullanımına hoş bir örnek sunuyor. İki ögenin sarmallığıdır bu öykü aslında, önce deltanın anlamları incelenir, sonra anlatıcının bu anlamları kendi yaşamına nasıl eşlediğini görürüz. Bildiğimiz delta, ırmağın topraktan kopardıklarını kıyıda biriktirmesi. İlk paragraf: “Kıyı ırmağı pek özlemez, ırmak nasıl olsa kıyıya koşacaktır; yazgısıdır bu onun. Ama ırmağın kaynağı, kendini tanıtlamak için suyunu yeryüzüne salıveren o anaç toprak, o görkemli dağ; işte asıl özlem onadır. Yoksa, hep aynı kolları aşıp gelen su neredeyse tekdüze akışıyle kıyıyı sıkmaktadır artık. Üstelik gittikçe bulanıklaşan, gürültücü, yoz…” (s. 9) Anlatıcı doğdu doğalı ortasında yaşadığı delta ırmağın sularıyla biçimlenmiştir de annesine göre ırmağın çehresi değişmiştir, suyun bulanıklığından anlarlar, değişimin kapıda olduğunu kendini deltaya benzeten karakterin umudundan da anlarız. Irmağın tersine yüzmeye çalışacaktır, görselini sunduğu “Dünyanın en güzel Marmara’sında Düşsel bir körfez”e dökülen ırmağın kaynağına varıp üniversiteye gider gibi gidecektir oradan. Pansiyon işleten annesine defalarca sormasına rağmen babası hakkında bir şey öğrenememiştir, o zaman akıntıya başka türlü meydan okuyacaktır, mesela tatile gelenlerden birine sevdalanacak, gidecektir oralardan, annesinin yapamadığını yapacaktır. Böylece gözlerini üzerine diken adamlardan, göğüslerini yoklayan bakışlardan da kurtulacaktır, bıkmıştır o açlıktan. Öyküye iyi yedirilmiş, taşmayan bir bağdır deltayla anlatıcının birliği, biçim sağlam olunca umut da sağlamlaşıyor, anlatıcı ikna ediyor okuru. İlginç bir şey: görselin altında “her şeyi çok bilen o bayanlar”ın delta çizimini o öyküye uygun bulup bulmayacaklarını sorgular anlatıcı. Yazar mı yoksa? Anlatıcının yazmakla ilgisi yok, Günel metne bodoslamadan giriyor. İyiliği kötülüğü tartışılır.
“Küpeli Yüzük” anneye ağıttır, ağdalıdır, duygu dökümüne yakınlığı tehlikelidir ama olay örgüsünü de elden bırakmadığından toparlar. Toparlamaz belki, yoruma açık ama niteliğini bulur son tahlilde. Özlemin, acının boyutlarından başka nesnelerden doğan daha küçük duyarlılığa da yer verir, annenin geride kalan yüzüğünde parmağın sıcaklığı, derinin hissi, yüreğin vuruşu kalmıştır, küpelerde başka şeyler kalmıştır, anlatıcı kuyumcuya giderek bu kalıntıları birleştirmeye karar verir. Anlatıcının bir başına kurduğu anlatının dışında yaşam kesitlerine de yer verilmiştir, örneğin kuyumcuyla anlatıcı arasındaki diyalog paragrafla bölümlenmiştir, anlatıcının kardeşlerine yolladığı telgraf da aynı biçimde yer bulur, hatta kardeşler arasındaki soğuk, çarpık ilişki bir tiyatro metnine evrilmiştir, iyice kurgulaşan akrabalıktan hoş bir şey çıkmayacaktır belli ki. “Annemiz öldü. Hemen gelin. Nezihe.” (s. 17) Abla ve abi gelirler, yeğen Kemal de bütün mutsuzluğuyla sahneye girer. Evdeki eşyaları inceleyen kardeşler neyi alıp neyi almayacaklarını hesap ederlerken mevzu anlatıcının boynundaki küpeli yüzüğe gelir, anlatıcı yıllarca biriktirdiği bütün öfkesini kusar ve alacaklarını alıp gitmelerini söyler. Ablasının göz koyduğu küpeli yüzüğü vermemek için yutar, kardeşlerinin gözünde delidir artık. Acısını bir tek Kemal anlar, duygudan muaf annesinden bıktığını varsayarsak koşup teyzesine sarılması anlam kazanır da böyle bir iki varsayım öyküyü düşürür biraz, kardeşler arasındaki nefretin doğumu, Kemal’in sertliği mesnetsiz kalır biraz. İyi öyküdür yine de, tamdır. Aynı bölümdeki öykülerden bir tane daha, “Dünyanın En Güzel Kadını”. Genelevde Yas havasının aşkla yoğurulmuş hali diyesim var, anlatıcı âşık olduğu kadınla birlikte olmak için malum yerdedir, öykü bir iki ziyaretin anlatıcı üzerindeki etkilerinden ibarettir. Anlatıcı bir yerlerden tanımaktadır kadını, öğrenemeyiz nereden. Aralarındaki ilişkinin bir tarafını anlatıcıdan biliriz, diğer tarafını anlatıcıyı ufak ufak sömürmeye başlayan kadından. Hediye de almıştır kadın, şefkat gösteren adama içinden geleni sunmuştur, adamsa inceliğinin karşılığını bir o kadında bulduğu için oradadır, evli olduğunu söylediği zaman hiçbir şey değişmez. Sonlara doğru cüzdandaki bütün parayı ister kadın, ihtiyacı vardır, adam çıkarıp verdiği paradan yol parasını geri alır. Aynaya baktığında kendini tanıyamayacak bir insana rastlar gözleri, bir süre sonra tekrar rastlayacaktır, tekrar ve tekrar. Sevgiye benzer bir şeyi nerede bulursak gidip almakla, ötesini düşünmemekle ilgilidir bu öykü. Kişi muhtaçlığı ölçüsünde yıkacaktır ne kurduysa, kurduklarının çoktan yıkıldığını anlayacaktır ya da. “O Sen Misin/Sen Miydin O?” bir yaşamdan gelip geçmiş bütün mühim kadınların birbirine karıştığı, anlatıcının yitik sevgileri aradığı bir hikâye, anlatıcının çocukluğundan itibaren kendi geçmişinin de izini sürdüğü. Üç numaraya vurdurur saçlarını babası, isyan edince gülüp kulağını çeker, oysa anlatıcı Ferdane’nin karşısına kabak kafayla çıkmaktan çekinir de başka bir şey düşünmez. Komşu kızı evlenmiştir birkaç yıl sonra, Gül müdür adı, anlatıcının seslendiği kadın mıdır? Çamurlu bir sokak, iğreti gecekondular, üç parça börek ve hayat kadını bile olamayan o kadın, belki önceki öyküdeki, o mudur, anlatıcının anımsamaya çalıştığı kadın veya kadınlar mıdır? Bu kadınlar travmalarla bütünleşmiştir, her anımsayışında yaşamının acılı zamanlarına döner anlatıcı, kadınları oralardan çekip çıkarmak, ferah zamanlarına taşımak istemektedir, anımsama çabası bundan.
Diğer bölümlerin öyküleri vedalaşmaların ilmini yapmıştır, boşanan çiftlerin son kez oturup konuşmaları, vedalaşmaları farklı hikâyelere sahiptir ama sebep oldukları ağrılar aynıdır, Günel biten bir şeyin geride bıraktığı boşluğu pek güzel, bu durumda hüzünlü anlatır.
Bu öyküleri de iyidir Günel’in, diğer kitaplarını sahaflarda buldukça okumaya devam.
Cevap yaz