Burhan Günel – Çiçekler Korunağı

Günel’in son dönem öykülerinde bir hafiflik var, sahaflardan bütün kitaplarını toplamama yol açan biricik deyiş ortada yok, esamisi bir iki öyküde okunuyor anca, geri kalanı asgari öykü demek de aşırıya kaçar ama aksamalar diyalogların bilgi kusmasında, hikâyenin düzgitliğinde bariz. Beğenemiyorum, üçüncü baskı olacak herhalde bu dediğim, o ilk öykülerdeki çaba, çabanın açtığı ışık, aydınlanan derinlik, bir şey eksik. “Tekin”e bakıyorum, anlatıcının kil tabletlerden Tekin’e varmasını uzak atış olarak görüyorum: Sümerler arkadaşların kıymetini bilmekten, insan olmaktan, hayvanlık yapmamaktan falan bahsetmişler, anlatıcı altlık yapıyor bunu da Tekin’in hayvanlığını önceliyor böylece, asıl hikâyeye böyle geçiyor. Behzat Sümer’i görmeye gelen Tekin aylar önce tanışmış üstatla, Sivas’ta yedi sayı çıkardığı derginin iki üç sayısını vermiş, bir de şiir kitabını. Behzat namlı yazar, edebiyat camiasında biliniyor, dergi çıkarıyor o da. Tekin öğrenmiş bir yerlerden Behzat’ın yeni boşandığını, üzüldüğünü söylüyor, üstadın kitaplarının süperliğinden bahsediyor, adamı kafesliyor böylece. Behzat hayatın olağan akışına ters düşecek ölçüde avanak bir adam, Tekin’in sanat sepetle uğraşmasından etkilenip koşulsuz güven duymaya başlıyor. Ne biliyoruz, okuyor Tekin, kardeşleri var ve Doğulu. Yüzüm buruşmadı değil biraz, devam, Behzat “Ağbi” evini, arabasını, sonra bir evini daha satıp sermayeyi matbaa makinelerine yatırıyor, sıfırdan iş kurup Tekin’i de hissedar yapıyor, sonra yavaş yavaş tokatlanıyor. Uyaranı yok değil, çocuğun ağır kazık atacağını söyleyenlere estetikten, sanattan, iyi insandan bahsediyor, şiir yazan insandan zarar gelmezmiş de insanlara güvenmek lazımmış, güven çok önemliymiş, “sol”dan madikçi çıkmazmış. Bir dünya terane sıkıp kerizliğini mühürlüyor böylece, o ara Tekin insanlardan para topluyor, en sonunda da makineleri satıp parasını kurtarmaya çalışan Behzat’a kırgın olmadığını söylüyor. Hikâyenin numarası yok, anlatımda da Günel’in icatlarına rastlamayınca, eh, vasatın altında kalıyor öykü. “Benim Canım Arkadaşım”da anlatıcı Behzat bu kez, parasız yatılılıktan geldiğini öğreniyoruz, Himmet adlı arkadaşına güvendiği için çaldırdığı paralarına vardırıyor hikâyeyi de yoksulluğu, yoksulluğun kesiştirdiği iki insanın arkadaşlığını çapaksız anlatıyor, gerçekçi, bu iyi. Onlu yaşlarındaki çocuğun hiçbir şey öğrenmeden, insanları biraz olsun tanımadan elli yaşına gelip bütün birikimini çaldırması akla yatmıyor, Behzat iyi kurulmamış bir karakter. “Yolculuklara Baharda Çıkılmalı” hem baharın görüngüleriyle karakterlerin davranışları arasındaki ilişkiyi eşlemeye çalışması, hem de anlatım biçimi itibariyle başarılı bir öykü, bu kez de diyalogların yavanlığı yoruyor. Ankara’dan yola çıkan bir aile, şoförün, şoförün annesinin ve şoförün eşinin görüşeceği kişiler başka, İstanbul’a kadar uzanan yolda Sapanca ve Kocaeli iki karakterin geçmişlerinden sahneleri mekâna yerleştirerek gösteriyor, Sapanca’da uzun süredir görmediği kız kardeşiyle görüşen annenin hasreti alt geçidin darlığıyla, doğanın içine büyük araçların giremeyip küçük hayatların kavuşmasını sağlamasıyla diniyor. Yol yapıldı diye biliyorum ama bundan on küsur yıl önce son kez gittiğim zaman içeride büyük büyük araçlar yoktu gerçekten. İki dar alt geçit vardı, tren geçtiği zaman korkutucuydu ama yeşil bir dünyadan yine yeşil bir dünyaya geçiliyordu ıssızlığın içinde, çok güzeldi. Neyse, kavuşmalar, ayrılıklar, her eylem bir duyguyla sonuçlanıyor ve Günel duyguları karakterlere özgü niteliklerle açabiliyor, bu güzel. “Anne, sözcüklerin üzerine gül yaprakları savuruyor: ‘Büyü de söz mü? Cennete ulaşmanın şaşkınlığı ve coşkusu bu. Güzellik denen şey işte bu, sevgi bu, sevinç bu! Nasıl olmuş da hâlâ kirletememişler buraları… İyi korunmuş doğrusu. Havayı soludukça insanın ciğerleri genişliyor, dokuları yenileniyor, yüreği kanatlanıyor…’” (s. 19) Bu ve benzerleri kötü, yüz yıl önce yaşasaydık tamamdı. Yereceğim bu kadar, kitabı boşa okumadığımı kendime de kanıtlamak için iyilere geçiyorum.

Asker öyküleri var Günel’in, ne hikâyeler dinlemiştir emekli olana kadar da anca toparlanmıştır, biçim kazandırmıştır sanıyorum, son döneminin iyi öykülerinden bazıları bu asker öyküleri. “Yolcu” mesela, anlatıcı “önce Dursun olduğunu” söyleyerek başlar, masada Semih ve Kemal’le sohbet. Ölecekmiş gibi davranırlar Dursun’a, asker adama hesap ödetmeyeceklerini söylerler, donatırlar masayı. İkisi de askerliği yapalı çok olmuş, Dursun izinden kısa süre sonra döneceği için matem havası çalıyor ortamda. Çatışmaların iyice şiddetlendiği zamanda Diyarbakır, Dursun’un geri dönmeyeceğini düşündükleri gibi sakladıkları şeyden de asık suratları, anlatıcı “Kemal olana kadar” neler döndüğünü öğrenemiyoruz. “Tutacağım saçlarından kızı, sürükleyeceğim yerde; askerdeki delikanlıya bu yapılır mı ulan karı? Gözlerim kapalı şimdi; kızı sürüklüyorum. Yaptığına göre… Söylesem mi şu Dursun’a nişanlısının numaralarını?” (s. 46) Karakterini aşırı düşündürüyor Günel, eskiden ketum tutar, en azından bir eylemle, sözle aktarırdı önceleri. Semih’e geçtiğimizde yine benzer kaygılar, en sonunda anlatıcı bütün insanların sesi haline gelip Doğu’da neler yaşandığını, Dursun’un nişanlısının ne ettiğini, daha da önemlisi Dursun’un kışlaya dönünce neler yaşadığını anlatıyor. Karakterler değişse de ses değişmiyor, bir kötü yan bu. E bu sabit ama Dursun’un arkadaşının mektubunda fark var işte, demek ki mektubun dilini farklılaştırmayı düşünmüş Günel de karakterlerin sesini değiştirmemiş. Şöyle mi acaba, karakterler sesi değil de ses karakterleri yüklenir, ayrıştıkları noktaları belirtecek kadarı kâfidir anlatıda. Belki. “Özlemle” uzun zamandan sonra izin alıp evine dönen askerin hikâyesi, özlemin giderilmesindeki ton Günel’in alışıldık duyarlılığını taşıyor, diyesiyim ki Günel ayrılıklarla kavuşmaları kurmacaya en iyi döken yazarlardan biri. Kardeşler, anne, evdekiler teker teker kucaklaşıyorlar askerle, babanın gelişi ihtimam istiyor çünkü askerin eve dönmesini sağlayan mektupta öleceğini hissettiğini söyleyen babanın özlemden titreyişi, oğlanın mukabelesi anlatımda büyük incelik istiyor. İkinci aşamada kardeşini yanına alan asker düşüyor yola, ötedeki köye gitmek için minibüse biniyorlar, Ahmet’in mektubu verilecek. Şoför kuzeni çıkıyor Ahmet’in, “askerâ”yı başının üzerinde taşıyacak neredeyse, ücret almıyor ondan. Asker nihayet Ahmet’in annesiyle tanışıyor da tek kelime Türkçe bilmiyor kadın, Arapça konuşuyor, eşi geldiği zaman askerin getirdiği mektubu anlıyor nihayet. İkramda kusur yok, biricik oğullarından haber getiren askere ellerinde ne varsa sunuyorlar. Ahmet’in kızı da orada, sevinçle bakıyor askere, o kez kaçmıyor. O kadar naif ki alıyorum: “Kalktık. Tam kapıdan çıkacaktık, biraz önce gördüğüm küçük kızın elleri bana uzandı; baktım, içimi güçlü bir titreme sardı, sonra titreme bütün duyularımı bastırıp en öne geçti. Kızın dudakları kendi dilinde konuşan bir serçe oldu, küçük küçük pırpırlandı. Anlayabilmeyi çok isterdim, çok isterdim…” (s. 64) Kardeş başta soğuk davranır askere, uzun zamandır eve gelmeyen abi aradaki mesafeyi kabul eder, öykünün sonundaysa yaşadıkları güzellikler buzları çözer, kardeşlik açığa çıkar. Birçok yakınlık doğar, parlar bu öykülerde, insan sevmeye mahkum gibidir, başkasından yakınlık görürse insan olduğunu daha rahat gösterir. Bunların dışında kocası yüzünden eğitimini yarıda bırakıp 12 Eylül’ün baskıcı ortamında özgürlüğünü kazanmaya çalışan kadının, iktidardaki partiye yaslanıp işçiyi sömürmeye davranan patronun öyküleri başarılı, ikincisinde koca sakalın altından sırtlanlar, kaplanlar, acayip acayip mahluklar çıkar da patronun işçileri kandırmak için söylediği sözlerin yansımasını görürüz. Nedir, ustabaşı tatlı sözlere kanmış gibi görünür ama o da kendi hayvanını çıkaracak, patronu hacamat edecektir en son. Gerçeküstü şöyle uzatıyor kafayı da değiştiriveriyor öykünün havasını, süper.

Günel’in kitaplarını düşününce orta sırada yer alır bu. Okunmalı tabii.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!