Romanın kendi biçimiyle geldiği söylenir, aslında kurgusal her metin kendi biçimiyle gelir hatta prospektüslerin de kendi biçimleriyle geldiği bir evren vardır sanıyorum, bilişsel yapımız tepetaklaktır orada, kurmacayı öğretici metin olarak görürüz, kuantum mekaniğiyle ilgili bir metni okurken gözyaşlarımızı tutamayız, neler. Fikri eğip bükmek aslında biçim arayışı gibi geliyor bana, sonuçta okuru ters köşeye yatırmak, okura beklediği sonu vermek, başı sonu belli bir hikâyeyi usul usul anlatmak mümkündür de, eh, daha fazlasını bekliyorsak metinden, tatmin etmeyecektir. Benzetimler yenidir, dil geniştir, hikâye içe işler, bunların hepsi tamam da yazarın çizdiği çerçevede bir yenilik de arıyor şu deli gönül, mesela usuldan bir hikâye olsun şu: Uzun süre beklediği komşuları nihayet gelmiştir, adam uzun süredir hazırda beklettiği yiyecekleri çıkarır, içecekleri hazırlar. Herkese hal hatır sorar ve aldığı cevapları anlayamaz, boğuk seslerin iyice kısılmasıyla elini demirlerin arasından geçirip uzatır şişeleri, kimse almaz falan. Böyle bir fikrim vardı, biçimi kestiremediğimden ve sesi bulamadığımdan yazamamıştım, malum felaketten sonra yazmak zaten mümkün değil de o sesi diyorum, daha önceden duyduysam fikir kalıyor öyle, oturup egzersizmiş gibi yazamıyorum, keyif vermiyor. Hiç yazmasam daha iyi. Hiç yazmıyorum, hep okuyorum. Kötü bir metne rastlayınca yazıyorum çoğunlukla. Neyse, Günel’in yeniliği aradığını biliyorum çünkü arayışını açığa çıkaran öykülerini okudum, romanlarını da okudum ama tekrarlanan metinlerini de okudum, haliyle ne zaman Günel’in bir kitabının kapağına baksam ilk gruptaki metinlerle karşılaşmayı umuyorum. Olmadı bu kez, sağlık olsun. Yenilik, genişlik, hikâye yine tutmuş, Günel niteliği yine yakalıyor da okumanın şevkini vermedi, acılardan derdiği bir deste öykü sundu sadece. Nesi yok, karakterlerin biricikliği. Bir öyküdeki çocuğu başka bir öyküdekiyle değiştirebiliriz çünkü söylemleri, hikâyeyi dolduruşları, yoklukları, sesleri aynıdır. Yerelliğe dair hiçbir şey yoktur, çocuğun çocukluğu da yoktur pek, anlatıcı belli bir şablona bağlı kalıp dış ve iç sesleri birleştirir, karakterlerini ayırmaz, yıkıcı bir duruma dayanamayıp devrilmelerinden ötesini düşünmez. Köyünden gelip şehirde parayı vuran, ayakkabılarını boyatıp iyilik yapmaya çalışan adamın eşi tarafından nasıl azarlandığını görürüz bir yerde, adam ne kadar kazanırsa kazansın köylülüğünden kurtulamamıştır, halini tavrını şehre uyduramamıştır, konuşması da doğduğu coğrafyanın fonetik özelliklerini taşımaktadır muhtemelen, öyleyse bu adamın İstanbul Türkçesiyle konuşmasında, davranışlarında, düşünme biçiminde bir yamukluk var. Kemal Ateş, Şiir Erkök Yılmaz gibi Ankara’nın insanlarını anlatan yazarların metinlerinde karakterler geldikleri yerin şehre, “şehirliye” uymayan özelliklerini de getirirler, Günel’in bu kitaptaki öykülerinde rastlamadığımız şey. Biçimler benzer, olaylar benzer, yoksulluğun benzerliğine bir şey denemez de babanın atıl durumu, kötü akrabalar, çaresizlik benzer, açıkçası Günel’in yazarlık yeteneğini görmek için bakılacak ilk öyküler bunlar değil. Nedir, çıtayı oldukça yükseğe koymuştur Günel, biçemin tuttuğu öyküleriyle beklentiyi yükseltmiştir, bu öyküler Günel’in çapını düşününce vasattır ama geniş açıdan iyidir. Çoğu öykücünün metinlerine tercih ederim.
“Bisiklet Günleri” çocukların biricik eğlencesi bisikletin kara habere dönüşmesini anlatır. Ali’nin babası kayıptır, annesi çamaşıra gidip üç beş kuruş kazanırsa karınlarını doyururlar, yoksa aç gezerler. Başlarındaki hala belasından kurtulmayı beklerler ama zaman geçmez bir türlü, hiçbir şey değişmemektedir, Ali kardeşleriyle birlikte halasının zorbalığına katlanmak zorundadır. Çeşmeye gidip su doldurur, ağırlık taşımaktan kolları kopunca annesinin çalıştığı eve gider ve başındaki örtünün kaydığını görünce annesini azarlar, babasından öyle görmüştür çünkü. Anne sesini çıkaracak durumda değildir, ev sahibinin davetiyle yedikleri üç beş lokmaya razıdır, kadını sinirlendirmemek için arıza çıkarmaz. Erkek kardeşinden medet ummamaktadır artık, Ali dayısının bisikletini görünce şahit olduğu olayları hatırlar: dayı Ali’ye çıkışırken baldızına da tatlı tatlı yanaşmaktadır, durumun tuhaflığından işkillenen Ali rahatsız olur ve dayısından uzak durmaya çalışır o günden sonra. Türlü eziyet, baba özlemi, en sonunda eniştenin eli. Adam zabıta veya polis, eve her geldiğinde bir dünya yiyecek getirir, Ali’yi bisikletine bindirir de dayısını hatırladıktan sonra eniştesiyle annesi arasındaki tuhaflığa uyanır, gözleri dolar, her şeyi anlar. Eniştesinin bisikletine binerken lastiği patlatmıştır, aslında söylemeyecektir ama kapının önünde beklerken eniştesi çıkar, Ali’nin başını okşar ve patlak lastiği görünce köpürür. Ali lastiği kendisinin patlattığını söyleyip girer içeri, eyvallahı yoktur artık.
“Kışın Hâli Başkadır” yine bir iki taklanın atıldığı iyi bir öykü. Anlatıcı her gün önünden geçtiği kadına kayıtsız kalmaz bir gün, ayakkabılarını boyatmaya karar verir. Kadının zeki kızı adamı hemen etkiler, onca para döküp dershanelere yolladığı, özel ders aldırdığı oğlu bir halt olamayınca adam imrenerek dinler kızı. Bahtsızlık: kızın babası öğretmendir, geçinemeyince ek iş yapmaya başlar ve sakatlanır, ailenin bütün yükü anneye kalmıştır. Okuma yazma öğrettiği kızı ders kitabından heceleye heceleye okur: “Sevgili kış geldi.” Adam o an birkaç öykü birden yakıştırır anneyle kızına, aslında insanları uydurdukları hikâyeyle kandırdıklarını düşünür ama yalan bulamaz söylediklerinde, farklı senaryolar da tutmaz, karşısındakiler dürüst insanlardır. Utanır, çok yüksek bir miktar para verir adam, kadın sinirlenip kabul etmeyince bozdurmaya gider ama utancı öfkeye dönüşmüştür, geri dönmez. “Nazikleşen, kibarlaşan” adam o kadar da kibarlaşamamıştır, kökenin bu kötücüllükle ilgisi nedir, orası muamma.
“Çocuk Bakışları” yine çıkmazda biten bir öykü, erken yaşta evlendirilip eşinden gelen tütün kokusuyla sınanan genç kadının var olma mücadelesi. Kaynana fesat, eş haldır huldur biri, kadın oğlan doğuramadığı için iki günden fazla yatırmazlar, sevgi göstermezler, kadın zaten yoksulluktan ve bir ölçüde ailesinden kaçmak için evlenmiştir ama başka bir cehenneme düşmüştür aslında. Çıkışı ev sahibinin lise öğrencisi oğlunda bulur, utançla verilen mektuplar nihayet ev ziyaretlerine dönüşür ve liseli genç hemen kaptırır kalbini, kadını bırakmak istemez. Mevzu ayyuka çıkınca ev sahibi kadın kiracılarını evden attırır, oğlunu teselli etmeye çalışır ama aşk acısını dindiremez. İki at arabası kadar yük, vedalaşma, son.
“Yoksul ve Çocuk” sonuyla diğer öykülerden ayrılır, geri kalan aynı. Baba gidik, ev dökük, çocuklar aç, anne iş arıyor ama yapabileceği pek bir şey yok. Çocuklar soba yakamıyorlar, ısıtmayan bir yorganın altına sokulup birbirlerinde arıyorlar sıcağı. Buldukları ekmek hemen bitiyor, yakınlık gösterenler hemen kayboluyor, hiçliğe eş bir yalnızlık. Nihayet çocuklarının durumuna kayıtsız kalamıyor anne, gidip bir iş yapıyor, döndüğünde etler, yağlar, ekmekler getiriyor. Bayram sofrası tamam, çocukların düşüneceği bir kötülük yok ama baba dönüyor o an, aksilik. Onca yiyeceğin nereden geldiğini anlıyor, eşinin sessizliğini görmezden gelip yiyeceklere yumulsa da bir süre sonra ağlamaya başlıyor eşiyle birlikte. “Paçayı bitirdi, bekledi, etler de gelsin. Daha kuşluk vaktiydi oysa, babam bir türlü doymak bilmiyordu, dört bir yandan onu izledik. Mustafa bile suskun, şaşkın bakıyordu. Üç kardeştik eskiden, ama şimdi yitirdik babamızı: en küçük, en çelimsiz, en yeni kardeşimizi aramızda ilk kez görüyorduk.” (s. 58) Anlatıcı ilk kez sever babasını o an, annesiyse kapıyı açıp koşmaya başlar, dağlara.
Cinsel bunalımların yol açtığı yıkımlar, başka yokluklar: Günel’in öyküleri.
Cevap yaz